Skip to main content

Full text of "Çöl Korsanı"

See other formats


CMuhammed 


BİR SAHTEKÂRIN 
SAMİMİ PORTRESİ 


Yakup Deniz 


ÇÖL KORSANI: MUHAMMED 
BİR SAHTEKÂRIN SAMİMİ PORTRESİ 


2. baskı 


2020 


24 


25 


İÇİNDEKİLER 


Muhammed'e Vahiy Gelmedi 

Muhammed'in Doğumu ve Peygamberlik İddiası 
Muhammed'in Putperestliği ve Peygamberlik İddiası 
Muhammed'in Rüşvetçiliği ve Asıl Amacı 


Muhammed'in Medine Hicreti ve İftiralar ile Bölücülüğü 


Muhammed'in Emri ile İnanmayanların Katledilmesi 


Muhammed'in Tecavüzcülüğü ve Yağmacılığı 


Muhammed'in Hastalığı 

Gelini ile Evlenen Bir Ahlak Timsali(!) 

Muhammed'in Büyük Aşkları 

Muhammed Miraç'a Burak ve Refref ile Aktarmalı Çıktı 
Muhammed'in Asıl Emeli 

Muhammed ve Jim Jones 

Muhammed'in Mal Varlığı 

Muhammed'in Köleleri 


Muhammed ve Arap Putperestliği 


Muhammed Kur'an'ı Bilginlerden Öğrendikleri ile Oluşturdu 
Tüm Ganimetler Allah'a ve Peygamber'e Aitmiş 

Kâbe Safsatası 

Muhammed'den Tıbbi Öneriler 

Hadisleri İnkâr Etmekle Olmuyor Bu İşler 

Muhammed'in Ölüm Korkusu ve Hiç Bahsedilmeyen Cenazesi 
Son Söz 


2. Baskıya Ek: 10 Satırla İslam'ı Terk 


11 


17 


Muhammed'in Mucize Masalları ve İnananları Cennet Vaadiyle Katliama Teşvik Edişi 22 


29 
40 
47 
53 
58 
62 
66 
77 
85 
90 
106 
122 
133 
137 
158 
163 
171 
180 


181 


İslam ideolojisine mensup olmadığı için... 

hakaretlere uğramış, 

tehdit edilmiş, 

dışlanmış, 

darp edilmiş, 

hapse girmiş, 

katledilmiş herkesin 

ve... 

İzmir'de İslamcılarca kafası kesilerek katledilmiş Asteğmen Kubilay'ın, 
Sivas'ta İslamcılarca yakılarak katledilmiş sanatçıların, 

İslamcı vakıf ve cemaatlerde taciz ve tecavüze uğramış çocukların, 
Suriye'de İslamcılarca köle pazarlarında, kafeslerde satılmış kadınların, 
Afganistan'da İslamcılarca taşlanarak katledilmiş kadınların, 

Yemen ve Suud'da Muhammed'in izinden giden moruklarla evlendirilen kızların 


anısına. 


“Bilinmeyen, gizli, hayali, efsanevi, mucizevi, inanılmaz ve hatta korkunç olan 
şeyi açık, basit ve sağlıklı olana tercih etmek, cehaletin özelliğindendir. Gerçek, 
hayalgücü üzerinde hiçbir zaman, herkesin kendisine göre düzenlemekte özgür 
olduğu batıl hayaller kadar şiddetli sarsıntılar yapmaz. Sıradan insanlar masal 
dinlemeyi her şeye tercih eder. Rahipler ve şeriatçılar, bu masallardan dinler icat 
eder ve sırlar üretirler. Bunları sıradan insanların yaratılışına ve huyuna göre 
kullanmışlardır. Sıradan insanların bu eğilimi yüzünden, rahipler, şeriat ve kanun 
koyucuları, kendinden geçmiş coşkunları, kadınları, cahilleri kendilerine 
bağlamışlardır. Bu içerikteki kimseler, incelemeye yetenekli olmadıkları fikirleri 
kolayca kabul ederler. Saflık ve gerçek aşkı, ancak, hayalgücünü araştırma ve 
düşünmeyle düzenleyen belirli kimselerde bulunur. Bir köyün sakinleri, 
rahiplerinden, dini konuşmalarına çok Latince karıştırdığı zaman memnun 
oldukları kadar hiçbir zaman memnun olmazlar. Kendilerine anlamadıkları 
şeylerden söz eden kimseyi, cahiller, pek çok bilgili bir adam sanırlar. Kavimlerin 
safdilliğinin ve onlara rehberlik iddiasında bulunanların nüfuz ve egemenliğinin 
ilkesi işte budur.” 


Baron d'Holbach (1723-1789), Sağduyu Tanrısızlığın İlmihali 


"Bir adam vardı. Neccaroğullarından, Hristiyan'dı, Müslüman olmuştu. Bakara ve 
Ali İmran surelerini okumuştu. Peygambere de vahiy yazıyordu. Sonra, yeniden 
Hristiyan oldu ve kaçıp Hristiyanlara katıldı. 'Ben ne öğretip kendisi için 
yazdımsa, Muhammed yalnızca onu bilir, başka bir şey bilmez.' demeye 
başladı." 


Buhari, e's-Sahih, Kitabu'l Menakıb/25, c. 4, s. 181-182; Tecrid, hadis no: 1477 


Muhammed hazretleri, Ali hazretleri ve diğer kült üyeleri, Beni Kurayza kabilesinin esirlerini 
katlediyor. 


(Muhammed Rafi Bazil) 


1 


Muhammed'e Vahiy Gelmedi 


Muhammed'in yalanlarını reddetmek bir Tanrı inkârı değildir. Her insanın bir 
Tanrı kavramını kabul etme ya da reddetmeye hakkı vardır. Yalan olan uydurulan 
din ve dinlerdir. Tanrı kavramı farklı bir olgudur. Kur'an, Tanrı tarafından gelmiş 
bir kitap değildir. Muhammed uydurduğu yalana o günlerin cahil ve sefil 
insanlarını kandırıp inandırarak kurduğu çete ile, kılıç zoru ile insanlara İslam'ı 
kabul ettirmiştir. Kimse düşünerek, araştırarak, sorgulayarak Müslüman 
olmamıştır ve zaten olmaz da. Kişi İslam'ı sorguladığı an reddeder, asla kabul 
etmez, zira ne akla ne mantığa uygundur. 1400 yıl önce asarak, keserek, 
öldürerek kurulmuş olan bu düzen sonrasında doğan nesiller zaten inandırılmış 
bir anne ve babadan dünyaya gelmelerinden dolayı İslam'ı kabullenmiş ve 
kendisini Müslüman olarak tanımıştır. Oysa bu insanların hiçbiri inandığı dini 
araştırmamış, sorgulamamış, bilmemiş ve bilmediği bir şeye körü körüne 
inanmıştır. 


Bakara, 23. Ayet: Eğer kulumuza (Muhammed'e) indirdiğimiz (Kur'an) hakkında 
şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir süre getirin ve eğer doğru söyleyenler 
iseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin). 


Bazı konuda şahit hatta dört şahit isteyen Allah, neden Muhammed'e vahiy 
gönderirken yanında dört şahit olmasını istemez? Sonuçta Muhammed'in 
söyledikleri de bir sözdür, neden insanlardan dört şahitsiz bir söze inanmayın 
derken Muhammed'e inanmasını ister? Kur'an'a göre bir iddiada bulunup dört 
şahit getiremeyenler yalancıdır! Muhammed'in de bir iddiası vardır ve “Bana bu 
söylediklerimi Allah söyletiyor” demiştir insanlara, hem de çok büyük bir iddia, 
öylesine büyük bir iddia ki bu, insanların hayatını etkileyen, bir sürü savaşların 
çıkmasına ve insanların ölmesine, babanın oğla düşman olmasına sebep olan bir 
iddiadır. Ama vahiy gelirken yanında dört şahit yoktur. Bu durumda Muhammed 
yalancı mıdır? Peki, ya Muhammed'e inananlar nedir? 


Nür, 13. Ayet: Onlar (iftiracılar) bu iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! 
Mademki şahit getirmediler; işte onlar Allah yanında yalancıların ta kendileridir. 


2 


Muhammed'in Doğumu ve Peygamberlik 
İddiası 


Arabistan'ın Mekke şehrinde, 570 veya 571 tarihinde Amine isimli dul bir kadın, 
Muhammed ismini verdiği bir çocuğu dünyaya getirmiştir. Hatta bazı rivayetlere 
göre Muhammed'in annesinin ona ilk verdiği isim “Kotan” (doğruluğu tartışılır) 
ve bu isim 50 yıl sonra Medine'ye göç ettiğinde halk tarafından “hamd edilen 
kimse” anlamında Muhammed olarak değiştirilmiştir. Kur'an'da defalarca “hamd, 
yalnız Allah'a mahsustur” dendiği halde, Muhammed, hamd edilen kişi 
anlamındaki kendi isminden hiçbir zaman rahatsız olmamıştır. 


Muhammed babasını doğumundan kısa bir zaman önce kaybetti. Annesi Amine 
ise genç yaşta dul kalmıştı ve Arap kültüründe iyi bilinir ki dul bir kadın olarak 
yaşamak zordur. Bazı bilimsel araştırmalara göre hamilelik zamanında depresyon 
geçirmiş kadınların çocuklarında sinirsel, içine kapanıklık, saldırganlık, kişilik ve 
davranış bozuklukları olduklarını saptamaktadır. Bu tür rahatsızlıkları 
Muhammed'in ileriki yaşamında rahatlıkla görebiliriz. 


Muhammed daha 6 aylıkken annesi Amine onu amcası Abduluzza'ya (Uzza'nın 
Kulu) verdi. Abduluzza zamanının en varlıklı kişilerinden biridir. Muhammed 
ileriki yıllarda büyüyünce Ebu Leheb (Ateşin Babası) lakabını taktığı amcasına ve 
yengesine kendisini büyüttükleri için şu sözlerle teşekkür etmiştir: 


Tebbet Suresi 

1. Ebu Leheb'in elleri kurusun. Zaten kurudu. 
2. Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı. 
3. O, bir alevli ateşe girecektir, 


4, 5. Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde sırtında odun 
taşıyarak karısı da (o ateşe girecektir). 


Muhammed muhtemelen psikolojik rahatsızlıkları olan bir çocuktu. Sütannesi 
Halime'nin ağzından aktarılan bir olay Muhammed'deki psikolojik rahatsızlığı çok 
açık ve net ortaya koymaktadır. Ünlü İslam âlimi İbni İshak'ın aktardığı olaya 
bakalım: 


3 


Halime ve Muhammed'in amcası anlatıyor: “Bunun üzerine ben ve kocam evden 
çıkıp Muhammed'in yanına vardık. Çocuğu yüzü sararmış bir durumda ve ayakta 
bulduk. Ben ve kocam onu kucaklayıp “Ey çocuğum! Sana ne oldu?” deyince o 
bize, “Üzerlerine beyaz elbiseler giyinmiş iki adam beni yere yatırdılar. Karnımı 
yardılar ve karnımdan bir şey çıkardılar. Sonra onu yine yerine koydular,” dedi. 
Bunun üzerine çocuğu alıp birlikte döndük.” 


İbni İshak'ın üstteki yazısını da okuduktan sonra bir konuya daha dikkatinizi 
çekmek isterim. Muhammed 114 sure ve 6234 ayetten oluşan kitabında hiçbir 
zaman kendi annesi Amine'den bahsetmemiştir. İsa'nın annesi Meryem için boy 
boy ayetler söyleyen Muhammed'in, kendi öz annesi için kitabında tek bir söz bile 
etmemesi çok ilginçtir. 


Bugün bilimsel araştırmalarda kanıtlanmış diğer bir gerçek ise şudur ki, 
küçüklüklerinde anne şefkati görmeyen çocuklar büyüdüklerinde tüm kadınlara 
karşı kin beslemektedirler. Tüm seri kadın katilleri, anne sevgisi hiç görmemiş, 
annelerinden nefret etmiş, psikolojik rahatsızlıkları olan kişilerdir. Muhammed'in 
neden kadınlardan bu derece nefret ettiği (cehennemin kadınlarla dolu olduğu 
yönünde hadisi vardır), kitabında onları ikinci sınıf kişilikler olarak gördüğü hep 
annesinden kaynaklanan psikolojik rahatsızlıklara dayalı olabilir. Ayrıca anne 
sevgisinden yoksun büyüyen çocuklar büyüdüklerinde de kendilerinden çok 
olgun, yaşça büyük kadınlarda cinsel çekicilik bulmaktadırlar. Muhammed'in 25 
yaşında, 40 yaşındaki Hatice ile evlenmesinin nedenlerinden biri de bu olabilir. 
Peki, Hatice'yle evlenmesini sağlayan ticaret hayatı nasıl başladı? 


Muhammed dokuz yaşındayken amcası, ticaret yapmak için gittiği Suriye'ye onu 
da götürdü. Busra kasabasında bir rahibin (Bahira) onun peygamber olacağını 
haber verdiği söylenir. Genç Muhammed 17 yaşındayken de amcası Zübeyir ile 
Yemen'e gitti. Bu geziler, bilgi ve görgüsünü artırmasının yanı sıra ruhsal 
yapısının değişiminde etkin rol oynadı. Bu arada da amcaları ile birlikte Kureyş ve 
Kays kabileleri arasındaki Ficar Savaşı'na katıldı. Ticaretle olan ilgisi Hatice ile 
tanışmasına neden oldu ve onun sermayesi ile ticarete başladı. Suriye'ye yaptığı 
ilk seferde çok kazanç elde etti. 


Muhammed 25 yaşına geldiğinde, yanında çalıştığı Hatice dul bir kadındı ve eski 
kocasından 3 çocuğu bulunuyordu. Muhammed'in zekâsı ve içine kapanıklığına 
aşık olan Hatice Muhammed'e evlenme teklif etti. 


4 


Muhammed çocukluğundan da gelen hem duygusal ve hem de finansal bir 
boşluğun içindeydi. Hatice'nin teklifini tereddütsüz kabul etti. Muhammed 
Hatice'de hem yıllardır aradığı anne sevgisini bulmuş, hem de böylece para ve 
servete kavuşmuştu. Bundan sonraki hayatında artık fazla çalışmasına hiç gerek 
kalmamıştı. 


Muhammed artık çocukluk yıllarındaki kendini sığıntı gibi gören, istenmeyen 
çocukmuş gibi hissettiği biri değildi. Hatice'nin serveti ile saygı duyulan “zengin” 
bir kişiydi. Hatice evin reisi olarak ticaret ile koştururken Muhammed'in artık 
para kazanma gibi bir derdi yoktu. Okuma ve yazmayı bu zaman içinde öğrendi 
diyebiliriz, çünkü okuma yazma bilmeyen bir kişi Arabistan gibi bir yerde 
Hatice'den sonra tüccarlık asla yapamaz. 


Muhammed artık sık sık mağarasına çekiliyordu. Aişe, Muhammed'in mağarada 
çokça geçirdiği zamanları şu hadiste bize anlatıyor: 


Ravi: Aişe Hadis: Resulullah (sav)'a vahiy olarak ilk başlayan şey uykuda gördüğü 
salih rüyalar idi. Rüyada her ne görürse, sabah aydınlığı gibi aynen vukua 
geliyordu. (Bu esnada) ona yalnızlık sevdirilmişti. Hira mağarasına çekilip orada, 
ailesine dönmeksizin birkaç gece tek başına kalıp, tahannüsde bulunuyordu. 
Tahannüs “ibadette bulunma” demektir. Bu maksatla yanına azık alıyor, azığı 
tükenince Hz. Hatice (ra)'ye dönüyor, yine aynı şekilde azık alıp tekrar gidiyordu. 


Hadisten de anlaşıldığı gibi Muhammed'in artık hiçbir derdi, hiçbir kaygısı yoktu. 
Zaman Muhammed için su gibi akıyordu. Her şey çok güzeldi artık. 40 yaşına 
geldiğinde bir gün mağarada Muhammed daha önce hiç yaşamadığı bir olayla 
karşı karşıya kaldığını iddia etti. 


Bir gün ona melek gelip: “Oku!” dedi. Aleyhissalatu vesselam: “Ben okuma 
bilmiyorum!” cevabını verdi. (Aleyhissalatu vesselam hadisenin gerisini şöyle 
anlatıyor: “Ben okuma bilmiyorum deyince) melek beni tutup “kucakladı” takatim 
kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı. Tekrar: “Oku!” dedi. Ben tekrar: “Okuma 
bilmiyorum!” dedim. Beni ikinci defa kucaklayıp takatim kesilinceye kadar sıktı. 
Sonra tekrar bıraktı ve “Oku!” dedi. Ben yine: “Okuma bilmiyorum!” dedim. Beni 
tekrar alıp, üçüncü sefer takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve: 
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin 
kerimdir, o kalemle öğretti, insana bilmediğini öğretti” (Alak 1-5) dedi.” 
Resulullah (sav) bu vahiyleri öğrenmiş olarak döndü. Kalbinde bir titreme (bir 
korku) vardı. Hatice'nin yanına geldi ve: “Beni örtün, beni örtün!” buyurdu. Onu 
örttüler. Korku gidinceye kadar öyle kaldı. (Sükunete erince) Hz. Hatice (ra)'ye 


5 


başından geçenleri anlattı ve “Nefsim hususunda korktum!” dedi. Hz. Hatice de: 
“Asla korkma! Vallahi Allah seni ebediyen rüsva etmeyecektir. Zira sen, sıla-i 
rahimde bulunursun, doğru konuşursun, işini göremeyenlerin yükünü taşırsın. 
Fakire kazandırırsın, misafire ikram edersin, Hak yolunda zuhur eden hadiseler 
karşısında (halka) yardım edersin!” dedi. 


Muhammed'in mağarada elinde bir kitap olduğu âşikâr. Çünkü hayali dünyasında 
gördüğü yaratığın ona durduk yerde oku demesi için önünde ya da elinde bir 
kitap olması lazım! Zaten başka türlü akıl sağlığı yerinde olan bir insan kitap ya 
da okunulacak hiçbir şey olmadan ne diye yıllarca gidip mağarada yalnız oturur 
durur? Muhammed'in geldiğini iddia ettiği bu ilk vahiy sonrasında, artık 
Muhammed'in kendisini bir peygamber olduğunu zannetmesi için yeterli bir 
nedendi. 


Her ne kadar da ona göründüğünü iddia ettiği hayali yaratık başlarda 
Muhammed'e “sen peygambersin” demese de, Muhammed artık kendi aklınca bir 
peygamberdi ve bu aklından geçen düşünceyi ilan etmesi gerekiyordu, öyle de 
yaptı. 


Şimdi siz eğer bir inançlıysanız, bu yazdıklarıma büyük bir ihtimalle kızıp 
küfredeceksiniz, fakat bu şekilde kızarak kendinizi çok yıpratmayın derim! Çünkü 
Muhammed'in küçük yaşlardan beri gelen bu bozuk psikolojik durumu daha net 
görebilmek için Kur'an'ı “iniş” sırasına göre okuyup Muhammed'in bozuk ruh 
halini, zaman içinde yaptıklarını, hasta beyninin ne kadar çok fikir değiştirdiğini, 
tutarsızlıklarını ve tüm olan biteni çok daha iyi görebilirsiniz. 


6 


Muhammed'in Putperestliği ve 
Peygamberlik İddiası 


Evet. Üstelik Muhammed'in 40 yaşından önce bir pagan (putperest) olduğunun 
kanıtlarını da Kur'an'da bulabilirsiniz. Kur'an'dan alıntılar: 


Duha-7 “Ey Muhammed! Seni bir sapkın olarak bulup doğruya iletmedik mi?’ 


Şura-52 “İşte böylece sana da kendi buyruğumuzla bir ruh (Kur'an) vahyettik. 
Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun; ama şimdi onu dilediğimiz kullarımızı 
sayesinde doğruya eriştirdiğimiz bir ışık kıldık. Hiç şüphe yok ki sen doğru yolu 
göstermektesin.” 


Demek ki Muhammed, 40 yaşına gelinceye yani “peygamber” oluncaya kadar 
Mekkelilerin dinindendi. O da Kâbe'deki putlara tapıyordu. Yani o da bir müşrikti. 
Ayetler açık peygamberlik öncesi; sapkın, iman nedir, kitap nedir bilmezdin 
sözünün başka açıklaması var mıdır? 


Sonrası Kur'an'da şöyle aktarılıyor: 


Rum-30 “Ey Muhammed! Sen şirk koşmadan, kendisinden başka ilah olmayan 
Allah'ın dinine yönel.” 


Yunus-105, 106 “Ey Muhammed! Tek olan Allah'a inanarak dine yönel; Allah'a 
şirk koşarak değil. Doğrudan Allah'a değil de sana ne yarar ve ne de zarar 
vermeyenleri Allah'a şirk koşarak yalvarma.” 


Mümin-66 “Ey müşrikler! Bana Rabbimden apaçık kanıtlar geldikten sonra, sizin 
Allah'a şirk koşarak taptıklarınıza tapmam bana yasaklandı. Bana kâinatın Rabbi 
olan Allah'a teslim olmam buyruldu.” 


Müslümanların, Muhammed'in de hiç hata yapmayıp günah işlemediğine 
inanmaları kendilerinin bileceği iş, Ama en azından yanı başında tek tanrılı 
Yahudi ve Hristiyanlar varken, 40 yaşına kadar bunların farkına varmayıp putlara 
tapmasını nasıl açıklayacaklar acaba? 


Verdiğim Kur'an ayetlerinde Muhammed'e talimat verme yanında, “Şimdiye 
kadar putlara tapıyordun ama artık yapma!” ifadesi açık, net ve anlaşılır şekilde 
Muhammed'in putperestliğini ortaya koyuyor. 


7 


Muhammed'in peygamberlik iddiası öncesi putperestliğini ortaya koyan tarihi bir 
olaya bakalım. 


İslam tarihinde Kâbe'nin tekrar inşası: “Muhammed 35 yaşında iken Kureyşliler 
Kâbe'nin tekrar inşasına karar verdiler. Kâbe'nin yapılmasında bütün kabileler 
çalıştı ve yeniden yapıldı. Sıra Hacerü'l Esved taşının yerine konulmasına 
geldiğinde yerleştirme şerefine tüm kabileler nail olmak istemekteydiler. 
Aralarında anlaşamayarak ihtilafa düştüler. Bu tartışma birkaç gün sürdü ve yaşlı 
bir adam şöyle bir öneri getirdi: “Mescide ilk giren hakem olsun.” Tam bu sırada 
Muhammed kapıdan içeri girdi. Hepsi “Muhammed emindir, kararı 
kabulümüzdür, dediler. Durumu kendisine anlattılar. Muhammed, “Bana bir 
kumaş getirin,” dedi. Kumaşı yere serdi. Hacerü'l Esved'i kendi elleriyle kumaşın 
üzerine yerleştirdi. “Her kabilenin reisi bezin ucundan tutsun, dedi. Taş 
yükselince de onu yerine kendi elleriyle yerleştirdi. Böylece inşaatın kalan kısmına 
devam edildi ve sorun çözüldü.” 


Sene 605, henüz ortada peygamberlik iddiası yok. Putlara tapmayacak fakat 
Kâbe'nin onarımında görev alacak, öyle mi? Böyle bir şey mümkün olabilir mi? 
Hayır tabii ki de! Müslümanlar kabul etmek istemese de, Muhammed 
peygamberlik öncesi putperestti ve bu inanca ait ne varsa hepsini kendi dini 
İslam'a uyarlayarak dâhil etti. 


Muhammed psikolojik rahatsızlığının sonucu görmüş olduğu hayali yaratık 
Cebrail ile karşılaştığı iddiasından sonra hanımı Hatice'nin onayını da alarak artık 
peygamber olduğuna iyice inanmış ve böylece ilahi mesajlarını halka sunmaya 
başlamıştır artık. 


Peki, neydi bu mesaj? Mesaj şu ki, Muhammed artık bir peygamberdir ve sonuç 
olarak herkes ona saygı göstermeli, itaat etmeli, örnek kişi olarak görmeli, 
sevmeli, karşı gelmemeli ve korkmalıdır. 23 yıl süren peygamberlik kariyeri 
süresi içerisinde bu mesaj hiç değişmemiştir. İslam'ın temelini oluşturan mesaj 
kişilerin Tanrı Allah'a manevi, Peygamber'e ise hem manevi ve hem de maddi 
şekilde itaat etmeleridir. Bunun dışında başka hiçbir mesaj yoktur. Muhammed'e 
itaat etmeyen kişi hem bu dünyada ve hem de öldükten sonra öteki dünyada 
cehennem azabı ile cezalandırılacaktır. 


Muhammed peygamberliğini ilan ettikten sonra yıllarca Mekkeli putperest halk ve 
taptıkları putlarla alay etmiştir. Akabinde ise Mekkeli putperest halk, mecnun 
diye kaale almadıkları Muhammed ve ona inanan kişilerle irtibatlarını kesmiş ve 
sonuç olarak Müslümanlar dışlandıkları topraklardan “Muhammed'in talimatı” 


8 


doğrultusunda Abisinya'ya göç etmişlerdir. Olayların iyiye gitmediğini fark eden 
Muhammed, hem Abisinya'ya göç etmek zorunda kalan Müslümanları geri 
getirebilmek ve hem de sayıca kat kat fazla olan putperest Mekkelilerin 
Müslümanlara uyguladıkları boykota son vermek ve gönüllerini almak için yeni 
bir plan düzenlemiştir. 


Büyük İslam âlimi İbni Sad'ın “Tabakat” isimli eserinde kaleme aldığı hadiseye 
göre Muhammed, Mekkeli putperest halkın kutsal putları “Lat, Uzza ve Menat”ı 
şu sözlerle övmüştür: 


Necm 19-20 “Lât ve Uzza ve bir üçüncüsü olan Menat, onlar ulu turnalardır. Ve 
elbette şefaatleri umulur.” 


Şeytan ayetleri olayı İslam literatüründe ve tefsir ilminde “Garanik olayı” olarak 
bilinmektedir. Bu sözler karsısında sinirleri iyice yatışan Mekkeli putperest halk, 
artık Müslümanlara karşı boykotu kaldırır ve Müslümanlar Abisinya'dan 
Mekke'ye geri dönerler. 


Olay İslam kaynaklarında şu şekil geçiyor: Resülullah, kavminin yüz çevirdiğini 
görünce bu ona çok ağır geldi. Allah'tan kavmi ile kendisini birbirlerine 
yaklaştıracak bir şey inmesini temenni etti. Cenab-ı Allah Necm suresini indirdi. 
O da okudu. Bu esnada şeytan gönlünden geçirip de kavmine getirmek istediği 
şeyi onun lisanına atıverdi: “Bunlar yüce kuğu kuşları (tanrıçalar)dır ve elbette 
onların şefaatleri umulur” Kureyşliler bunu işitince sevindiler ve onu dinlemek 
üzere yaklaştılar... O, sureyi bitirince secde etti. Onun secde ettiğini gören 
mü'minler de onun getirdiğini tasdik ederek secde ettiler. Mescitteki müşrikler de 
secde ettiler... Secde haberi, Habeşistan'a hicret etmiş müslümanlar'a da ulaştı. 
Bir kısmı orada kalıp, bir kısmı Mekke'ye hareket etti. Sonra, Cenab-ı Allah, 
Peygamber'e, “Benim indirmediğim şey söyledin!” dedi. Resülullah üzüldü, 
Allah'tan korktu. Bunun üzerine Allah bu âyeti (Hac, 52) indirerek onu teselli etti, 
Şeytanın ilka ettiğini neshetti” (Taberi, 27/187-188) 


Kısa bir zaman sonra Tanrı Allah ve insanlar arasında olan kendi elçilik 
pozisyonunu riske attığını ve Tanrı Allah'a ortak koştuğunu anlayan Muhammed 
derhal ayetleri iptal eder ve o ayetlerin Tanrı Allah'tan değil düzenbaz şeytanın 
bir başka oyunu olduğunu vurgular. Şeytan ayetlerinin yerini ise şu ayetler alır: 


Necm 19-22 “Gördünüz mü Uzza'yı, Lât'ı. Ve ötekini, üçüncüsü olan Menât'ı. 
Erkek size, dişi Allah'a mı? İşte bu, insafsız bir bölüştürme.” 


9 


Üstteki ayetlerden çıkan anlam şudur: “Kendiniz erkek evlatlarınız ile gurur 
duyar iken Allah'a kız evlat ha?” Arap toplumunda dişi ikinci sınıf canlılar olarak 
benimsendikleri için Tanrı Allah bu yakıştırmayı kendisine hakaret saymış ve sert 
bir dille bu yakıştırmanın adil olmadığını tembih etmiştir. 


Muhammed'e inanan birçok kişi bu fiyaskodan sonra İslam'ı terk etmiştir. 
Muhammed insanların güvenini yeniden kazanmak için kendisine yeni bir strateji 
hazırlamıştır. Yeni strateji ise şöyledir: 


Hac-52 “Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, bir şey temenni ettiği 
zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, 
şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, ayetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla 
bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” 


Hac-53 “Allah, şeytanın verdiği bu vesveseyi, kalplerinde hastalık bulunanlar ile 
kalpleri katı olanlara bir imtihan vesilesi kılmak için böyle yapar. Hiç şüphesiz ki 
o zalimler, derin bir ayrılık içindedirler.” 


Muhammed'in ayetlerini kendi çıkarı doğrultusunda uydurduğunu anlayan birçok 
kişi İslam'ı terk etmiştir. Üstteki ayetlerden anlaşılan şudur ki, “Ben Muhammed, 
şayet bir gaf yapar ve bazı kimseler bu nedenle şüpheye düşerse, bunlar 
kalplerinde bir hastalık olduğu için şüpheye düşerler suçlu ben değil, kalpleri 
hastalıklı olan kişilerdir.” 


Muhammed peygamberliğinin ilk 13 senesi boyunca sadece 70-80 kişiyi kendisine 
inandırabilmiştir. Müslümanlar nasıl olur da 13 sene gibi uzun bir zaman 
içerisinde bu kadar az, çoğu kendisine en yakın kişiler ve birkaç esir köle dışında 
kimsenin ona inanmamasına, hatta Mekkelilerin ona “deli, oynak, kafayı yemiş” 
yakıştırmaları yapmalarına mantıklı bir cevap verememişlerdir? O devrede 
Mekkeliler kişilerin dini inançlarına toleranslı insanlardı. Çok tanrılı dinlere 
inanan toplumlar doğal olarak kişilerin dini inançlarına karışmazlar. 
Muhammed'in kendi putlarına karşı alaycı sözlerine her ne kadar gücenseler de, 
Muhammed'e hiçbir zaman zarar vermemişlerdir. 


Mekke'de geçen 13 sene sonrası bir yere varamayacağını anlayan Muhammed, 
artık kendisine yeni bir strateji geliştirir ve yanına inanan Müslümanları da alarak 
Yatrib'e (Medine'ye) göç etmeye karar verir. Kurulu düzenlerini bırakmak 
istemeyen Müslümanlar bu karara hiç de sıcak bakmamıştır. Bu karara en çok 
sevinen kişiler daha önceden Müslüman olmuş kölelerdir. Köle sahibi birçok 
“kâfir”, Mekkeli zengin kişiler, kaçmaya çalışan Müslüman kölelerini yakalamış ve 
dövmüştür. 


10 


Her ne kadar günümüzde İslami filmlerde ve kitaplarda bu olayları sanki İslam'a 
yapılan bir zorlama olarak göstermeye çalışsalar da, işin aslı ortadadır, direkt 
İslam dinine yapılan bir zorlama yoktur. Mekkeliler doğal olarak “sahip oldukları” 
köleleri bedavaya bırakmak istememiş ve koruma altında tutmuşlardır. 
Muhammed ve Tanrı “Allah” hiçbir zaman köleliğe karşı değildi. O yüzdendir ki 
İslam hiçbir zaman köleliğe son vermemiştir. Aksine Muhammed Medine'ye göç 
ettikten sonra, binlerce insanı, çoluk çocuk demeden köleliğe zorlamıştır. 


Hz. Cerir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (Aleyhissalatu vesselâm) 
buyurdular ki: “Hangi köle kaçarsa, bilsin ki ondan zimmet (garanti) kalkmıştır, 
dönünceye kadar namazı kabul edilmez.” (Müslim, İmân 122-124, (68, 69, 70); 
Ebu Dâvud, Hudüd 1, (4360); Nesâi, Tahrimu'd-Dem 12, (7, 102).| 


Müslümanlar Kur'an, hadisler ve İslam tarihi ortada dururken İslam'ın köleliği 
kaldırmayı amaçladığı, putperestlerin Müslümanlara baskı yaptığı gibi gerçek dışı 
ve temelsiz iddialarda bulunmaktadırlar. Arap Yarımadası'nda binlerce yıldır 
süren dini hoşgörü ortamında baskı iddiası zaten temelsiz kalmaktadır. Arap 
Yarımadası'nda pek çok farklı dinden insan bir arada yaşamaktaydı. Arabistan'da 
din savaşları, katliamlar ve gasp ilk olarak İslam ile başlamıştır. Bu yazdıklarımın 
tümünü İslam'ı tarafsızca araştırdığınızda görebilirsiniz. 


11 


Muhammed'in Rüşvetçiliği ve Asıl Amacı 


Muhammed peygamberlik kariyerine başladığı, güçsüz olduğu, sıkıştığı ve 
insanları ancak sözle dine davet edebildiği zamanlarda yumuşak üslup 
kullanmıştır. Bu dönemde insancıl ayetlerin ve hoşgörü sözlerinin yanında, 
peygamberliğinin amacının insanları Allah'ın dinine davet olduğunu, ücret 
istemediğini, bu işi sırf insanları doğru yola ulaştırmak için yaptığını iddia etmiş 
ve de Kur'an'a bu yönde ayetler yazdırmıştır. Bu ayetleri görelim. 


Enam-9o “İşte, o peygamberler, Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. (Ey 
Muhammed!) Sen de onların tuttuğu yola uy. De ki: “Bu tebliğe karşı sizden bir 
ücret istemiyorum. O (Kur'an), bütün âlemler için ancak bir uyarıdır.” 


Yusuf-104 “Halbuki sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun. O 
(Kur'an) âlemler içinde ancak bir öğüttür.” 


Sad-86 “(Ey Muhammed!) De ki: “Bundan (tebliğ görevinden) dolayı sizden hiçbir 
ücret istemiyorum. Ben kendiliğinden yükümlülük altına girenlerden değilim.” 


Sebe-47 “De ki: “Sizden herhangi bir ücret istemişsem o sizin olsun. Benim 
ücretim ancak Allah'a aittir. O her şeye hakkıyla şahittir.” 


GÜCÜ ELİNE GEÇİRİNCE... 


Muhammed askeri gücü ele geçirdikten sonra değişik bahanelerle kervan 
baskınları, insanları kaçırıp fidye isteme ve çevre kasabalara baskınlar yaparak 
ganimet elde etmeye başlamış, ilk başta elde edilen bu ganimetlerin tamamını 
sahiplenmek istemiş, ama gördüğü tepki üzerine ganimetleri müritleriyle 
paylaşmak zorunda kalmıştır. 


Sözde ücret istemediğini söyleyen, amacının insanlara dini tebliğ etmek olduğunu 
söyleyen Muhammed'in böylece gerçek amacı da ortaya çıkmış oluyordu. Bu 
arada asıl niyetini gizlemek ve inandırıcı olmak için elde ettiği bu ganimetleri 
kendi geçimini sağlamanın yanında hayır işlerinde kullanılacağını Kur'an'a dikte 
etmeyi de ihmal etmemiştir. 


Enfal-1 “(Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: 
“Ganimetler Allah'a ve Resülüne aittir. O halde, eğer mü'minler iseniz Allah'a 
karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasülüne itaat edin.” 


12 


Enfal-41 “Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka 
Allah'a, Peygamber'e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. 
Eğer Allah'a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun 
(Bedir'de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle 
bilin). Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.” 


Mücadele-12 “Ey iman edenler! Peygamber ile baş başa konuşacağınız zaman, baş 
başa konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha 
temizdir. Şâyet (sadaka verecek bir şey) bulamazsanız, bilin ki Allah çok 
bağışlayandır, çok merhamet edendir.” 


Tevbe-103 “Onların mallarından, onları kendisiyle oarındıracağın ve 
temizleyeceğin bir sadaka (zekat) al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için 
sükünettir (Onların kalplerini yatıştırır.) Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla 
bilendir.” 


Tevbe-58 “İçlerinden sadakalar konusunda sana dil uzatanlar da var. Kendilerine 
ondan bir pay verilirse, hoşnut olurlar; eğer kendilerine ondan bir pay 
verilmezse, hemen kızarlar.” 


Ayetlerde de görüldüğü gibi amaç malı götürmektir, yani anlayacağınız tezgah 
büyük açılmış. 


Peki Muhammed'in asıl amacı neydi? Günümüzde Müslümanlar İslam'a karşı 
yapılan en ufak eleştiriye bile tahammül edemeyip küfrederler. Dinlerini eleştiren 
kişiyi öldürmekten zerre kadar çekinmezler. Bunun örneklerini yakın ve geçmiş 
tarih sayfalarında gördük ve maalesef görmeye devam ediyoruz. Bu agresif ve 
tahammülsüz düşünce tarzı onlara Muhammed tarafından öğretilmiştir. Oysa 
Muhammed'in tahammülsüz karakter yapısının aksine, kendilerine “müşrik” 
denen Mekkeli paganlar insanların dini inançlarına saygılı ve toleranslı kişilerdi. 


Arap Yarımadası'nda dinsel tahammülsüzlük, İslam dininin ortaya çıkması ile 
başlamıştır. Sözde “Cahiliye Devri” diye adlandırılan dönemde Mekkeli halk, 
kişilerin dini inançlarını hiçbir şekilde müdahale etmeden Arap Yarımadası'nda 
uyumlu bir şekilde Hristiyan, Musevi, Pagan, Mecusi ayrımı yapmaksızın 
sorunsuz yaşamışlardır. İslam öncesi Arap tarihine baktığımızda, Arap 
Yarımadası sınırları içinde gerçekleşmiş hiçbir dini savaşa rastlanmaz. Bu 
hoşgörü ortamında Muhammed yıllarca Mekkeli pagan halkın inançlarını 
karalamış, aşağılamış, onca aşağılama ve karalamaya rağmen Mekkeli pagan halk 
hiçbir zaman Muhammed'e ve yandaşlarına hiçbir şekilde zarar vermemişlerdir. 


13 


Muhammed'in kışkırtıcı sözlerinden artık bıkıp usanan Mekkeli pagan halk, çareyi 
amcası Ebu Talibe gitmek de bulmuş ve “medenice” Muhammed hakkında 
şikâyette bulunmuşlardır: 


“Ey Ebü Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini 
yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi 
yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi 
kötülemesine, bizi akılsızlıkla ithâm etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde 
bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan 
vazgeçirirsin yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de 
çarpışırız.” İbni Hişâm, Sire, 1/284; Taberi, 2/218; İbni Kesir, Sire, 1/47 


Ebu Talib Mekkeli pagan halkın sözlerini dinler ve öz yeğeni olan Muhammed'i 
uyarır: 


“Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara 
dediklerini bana ârzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından 
kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri 
söylemekten artık vazgeç” 234. İbni Hişâm, Sire, 1/284; Taberi, 2/220 


Müslümanlar oMuhammed'in putperest halkın inançlarına sövmelerini 
görmemezlikten gelerek Müslümanları ve Muhammed'i mağdur kişiler 
olduklarını iddia ederler ve bilgisizlikten dolayı şu gibi sorular sorarlar. 


1- Gerçekte Müslümanlara karşı sistemli bir baskı ve zulüm yokken, 
Müslümanları hicret etmeye zorlayan etken neydi? 


2- O zamanlar da baskı ve zulüm yoksa Müslümanlar neden evlerini terk ettiler? 


3- Tehlike altında olmayan Müslümanların durduk yere evlerini terk edip 
Medine'ye taşınmalarını nasıl açıklayabilirsiniz? 


Tüm bu soruların cevabını Kur'an'da bulmak mümkündür. Hemen İslam'ın ana 
dayanağı olan Kur'an'a bakalım. 


Enfal-72 “İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad 
edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar 
birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye 
kadar, onların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım 
isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım 
etmek üzerinize borçtur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” 


14 


İşin aslı, Müslümanlar Mekke'deki putperest halkın işkencelerinden kaçmıyorlar, 
tam aksine Muhammed'in emri doğrultusunda evlerini terk etmeye zorlanıyorlar. 
Üstteki ayet, Mekke'den Medine'ye hicret etmek istemeyen Müslümanlar için 
yazılan bir ayettir. Sözde işkence ve baskı gören Müslüman halkın hicret etmek 
istemeyişi dikkatinizi çekmiş olmalı. Bugün Müslümanların bahsettikleri türde 
Mekke'de büyük bir işkence ve zulüm vardı ise, Müslümanlar neden seve seve 
Mekke'yi terk etmek istememişlerdir? Neden Tanrı Allah olaya el koyarak 
Müslümanlara bu konuda ayetler indirmek zorunda kalmıştır? 


Bir başka ayette ise Muhammed, Müslümanlara yine şöyle sesleniyor: 


Nisa-89 “Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da 
beraber olasınız. Bu sebeple, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden 
dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz 
yerde öldürün. Onlardan ne bir dost edinin, ne de bir yardımcı.” 


Üstteki ayette Muhammed Müslümanlara evlerini terk etmelerini ve Medine'ye 
göç etmelerini emretmekle kalmayıp hicret etmek istemeyenlerin öldürülmelerini 
emretmiştir. Müslümanlar Mekke'yi putperest halkın baskısı sonucu değil, 
Muhammed'in tehditlerinden dolayı terk etmişlerdir. 


Nisa-97 “Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var 
ya; melekler onlara şöyle derler: “Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)” 
Onlar da, “Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik” derler. Melekler, “Allah'ın 
arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!” derler. İşte bunların gidecekleri 
yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” 


Peki, Muhammed neden böyle bir şeyi yapmak istemiş, amacı nedir? 


Tıpkı tarihteki diğer belli başlı liderler gibi, Muhammed'in de bir rüyası vardı. Bu 
tarz insanlar dava adamlarıdır. Stalin'in davası “sosyalist toplum”, Hitler'in 
davası ise “beyaz ırkın üstünlüğü”. İslami kaynaklara baktığımızda Muhammed'in 
davası “önce Arap Yarımadası'na ve daha sonra tüm dünyaya hükmeden biri 
olmak”tı. Arzusunu, İbni Hişam'ın da kaleme aldığı şu yazı gözler önüne seriyor: 


Mekkeli müşrikler Ebu Talib'in ölümüne yakın tekrar ziyaret ederek, arabulucu 
olmasını isterler. 


“Ebü Talib ölmeden bu işe bir çözüm bulmalıyız, yoksa öldükten sonra 
Muhammed'e yapacağımız her iş için bizi ayıplarlar. Ebü Talib sağken bir şey 
yapamadılar, o öldü, yeğenine şunları şunları yaptılar, demesinler.” 


15 


Bu düşüncelerinden dolayı müşriklerin ileri gelenleri toplanarak Ebü Talib'i 
ziyarete gittiler. Sağlık temennilerinden sonra Ebü Talib'e dediler ki: 


“Ey Ebü Talib! Sen bizim reisimiz, büyüğümüzsün. Şunu görüyoruz ki, sana ölüm 
yaklaşmıştır. Biz senin ölümünden korkuyoruz, sen sağken şu meseleyi 
halledemedik, öldükten sonra hiç halledemeyiz. Sen şimdi sağken onu çağır, 
ondan sağlam bir söz al, biz de bir söz verelim. Bundan sonra ne o bizimle 
uğraşsın, ne de biz onunla.” 


Ebü Talib, Kureyş heyetini dinledikten sonra yeğenine haber salarak, yanına 
gelmesini istedi. Amcasının davet haberini alan kâinatın efendisi, hemen ölüm 
döşeğindeki Ebü Talib'in yanına vardı. Bir anda kalabalık bir Kureyş topluluğu ile 
karşılaşan Efendimiz, bu davetin altında bir şeylerin yattığını anlamakta 
gecikmedi. Ebü Talib, Kureyş heyetinin isteklerini yeğenine anlattı. 


“Ey kardeşimin oğlu! Kavminden ne istiyorsun?” dedi. 


Kâinatın Efendisi “Kendilerinden bir kelime istiyorum. Eğer söylerlerse, bütün 
Araplar o kelime sayesinde kendilerine uyacak, bütün acem o kelime sayesinde 
onlara cizye ödeyecek.” dedi. 


Ebü Talib atılarak: “Yani tek bir kelime mi?” diye sordu. 
Hemen konu ile ilgili hadislere bakalım. 


Efendimiz: “Evet, amcacığım tek bir kelime. “Lâ ilâhe illallah” diyecekler.” Sad, 
38/1-8. Tirmizi, Tefsir, Sad (3230) 


Göründüğü gibi Muhammed daha henüz bir düzine müridi olduğu zamanlarda 
bile dünyayı fethedebilmenin fantezilerini kendi kafasında canlandırmaktaydı. 
Sizce tüm insanlığa örnek kişi olsun diye gönderilen bir peygamberin ülke 
fethetmek yerine, insanlara rehberlik eden daha asıl düşüncelere sahip olması 
gerekmiyor mu? Sözün özü şudur ki, hiçbir zaman öyle İslamcı âlimlerin anlattığı 
gibi güller dağıtarak İslam'a davet olmadı, her zaman bir zorbalık ve vahşet vardı, 
İslam korku, dışlanma ve ölüm tehditleri ile yayıldı. Bu durum Türklere de bu 
şekil de yansıdı, yüz binlerce Türk'ün başları kesilerek bedenleri ağaçlara asıldı, 
kılıç zoru ile, ölüm tehditleri ile İslam'a geçirildiler, Arap İslam emperyalizminin 
Türk toplumundan gizlenen bu dehşet verici ve alçakça zulmü 70 sene sürdü. 


İnsanları cizyeye bağlayıp haraç almak niyetinde olan bir kişi nasıl olur da adaletli 
ve sonsuz merhametli bir tanrının insanlığa örnek olsun diye sunduğu bir 
peygamber olabilir? Muhammed'in, Hitler'den farkı nedir? Psikolojik 


16 


rahatsızlıkları olan insanların ruh hali çok çabuk değişir. Bunu günümüzde de 
birçok örnekle de görüyoruz. İslam kaynaklarına baktığınızda Muhammed'in ruh 
halinin bazen çok yükseklerde olduğunu, tüm dünyayı ele geçirmek istediğini 
görebilirsiniz, ki Kur'an “iniş” sırasına göre okunduğunda tüm ruh hali çok daha 
açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Evet, söylenildiği gibi “Kur'an apaçık bir kitap” 
değil midir zaten, bir sorgulamaya bakar her şey saçılıverir ortaya, yeter ki bir kez 
tarafsızca sorgulayarak korkmadan okunulsun! 


Neyse, dönelim konumuza... 
Muhammed, ruh halinin bozuk olduğu anlarda ise intiharı bile düşünmüştür: 


Yüce bir dağ zirvesine çıkıp oradan kendimi aşağı atar böylece bu sıkıntıdan 
kurtulurum, dedim. Böylece yola çıktım, dağın ortasına varmıştım ki, birden bire 
gökten “Ya Muhammed, Sen Allah'ın Resulüsün. Ben de Cebrail'im” diyen bir ses 
duydum. Başımı göğe kaldırdım. Birde ne göreyim! Cebrail bir insan suretinde 
ayaklarını semanın ufuklarında açmış vaziyette. Ya Muhammed sen Allah 
Resulüsün, bende Cebrail'im dedi. Kaynak: (İbni İshak; İbni Hişâm, Taberi ve 
Heyhaki) 


Muhammed'in ruh halindeki bu tür değişiklikler, bize aslında Muhammed'in 
dengesiz ve psikolojik yardıma muhtaç bir insan olduğunu göstermekte. İnsanlar 
tarafından itaat edilen ve onlara hükmeden kişi olma arzusu o kadar güçlüydü ki, 
bu heves onu vicdani hislerden yoksun bırakmıştır. Aslında Muhammed insanlar 
üzerinde otorite sahibi olmayı arzulayan ve hayallerine ulaşmak için her şeyi 
yapabilecek kadar psikolojisi darmadağın olmuş bir insan durumundaydı. 


Muhammed'in Medine Hicreti ve 
İftiralar ile Bölücülüğü 


Muhammed'in yanı sıra bir sürü çocuğa da bakmakla meşgul olan Hatice artık 
ticarete fazla zaman ayıramıyordu. Evin direği Hatice öldükten kısa zaman sonra 
Muhammed'in destekçiliğini, koruyuculuğunu yapan amcası da vefat etmişti. Bu 
iki kişinin ölümü ve Mekkelilerin Muhammed'i kaale almayışı sonrası artık 
Muhammed başka bir şehre göç etmek, insanları kendisine inandırmak için yeni 
bir şehirde, yeniden şansını denemek istiyordu. İlk etapta kendisine inananların 
Medine'ye göç etmesini emretti. 


Bir önceki bölümde de bahsettiğim gibi kurulu düzenlerini ve ailelerini bırakmak 
istemeyen Müslümanlar tereddüde düşmüşlerdi. Bu durum karşısında 
Muhammed çareyi Müslümanları tehdit etmek ve korkutmakta buluyordu. 
Muhammed Medine'ye, daha doğrusu o zamanki ismi ile Yahudi şehri Yatrib'e 
gitmek istemeyen Müslümanlara nasıl sesleniyor: 


Nisa-97 “İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” 


Muhammed bir gece düşmanlarının onu öldürmek istediğini iddia ediyor ve Ebu 
Bekir'in ona Medine'ye giden yolda eşlik etmesini istiyordu. Bu olay aşağıdaki 
ayette şu şekilde dile getiriliyor: 


Enfal-30 “Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke'den) 
çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak 
kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” 


Yukarıdaki ayetten anladığımız kadarı ile Tanrı Allah Muhammed'e tuzak 
kurulduğunun habercisi oluyor ve onu uyarıyor. Muhammed ise arkasında 
koskoca Tanrı Allah'ı olduğu halde çareyi Ebu Bekir'e sığınmakta buluyor. 
Muhammed'in Medine'ye kaçtığı gece Hicri takvimin başladığı gündür. 
Medine'nin zengin kesimi Yahudilerden oluşmaktaydı. Para, mal, mülke muhtaç 
fakir Araplar Muhammed'in şarap akan nehir, tomurcuk memeli huriler ve taze 
taze hurmalar türü masallarına ister istemez inanmak durumundaydılar. 


Muhammed yaşadığı dönemde peygamber olduğunu ilan eden tek Arap değildi. 
Aksine Arap Yarımadası'nda Tanrı elçiliği gayet yaygın bir meslekti. Civar 
şehirlerde de peygamberliğini ilan etmiş ve insanlara Tanrı mesajları öğütleyen 
kişiler vardı. Aralarında en meşhur olanı ise “Museyleme” idi. Museyleme 


18 


peygamberliğini Muhammed'den birkaç sene önce ilan etmişti ve Muhammed'in 
aksine kendi şehrinde, kendi tanıdığı insanların arasında çok da başarılı idi. 
Aradaki fark ise Muhammed'in Arabistan'ın ilk savaşçı peygamberi olmasıdır. 


Medinelilerin Muhammed'i peygamber olarak kabul etmelerindeki etken 
Muhammed'in öğretici öğütleri değil, daha çok verdiği cezbedici vaatler, 
kendisinin de Arap oluşu ve Yahudiler karşısında hissettikleri eziklikten dolayıdır. 
Yahudiler kendi inançlarına göre “seçilmiş, üstün insanlar”dır. Tıpkı bugün de 
olduğu gibi Arapların gıpta ile baktıkları kişilerdi. Medine'nin tümü Yahudilere 
aitti. Kısaca Medine, yani “Yatrib” bir Yahudi şehriydi. Ebu El Farah Ali tarafından 
yazılmış “Kitab el-Afgani” isimli eser, Yahudilerin Medine'deki ikametlerini Musa 
zamanına kadar dayandırır. Medine'deki Yahudi halk esnaf, kuyumculuk, ticaret, 
çiftçilik ile geçiniyor ve soylu ailelerden geliyorlardı. Şehirdeki Arap nüfusu ise 
Yahudilerin sahip oldukları iş yerlerinde çalışıyordu. Arapların Medine'ye göç 
etmelerinin sebebi ise 450'li yıllarda Yemen'de yaşanan bir tufandı. Muhammed 
ile Müslüman olmayı kabul ettiklerinde ise Yahudi işverenlerini katlederek 
mallarına konmuşlardır. 


Büyük İslam âlimi İbni İshak, İslam'ın en değerli eserlerinden biri olarak 
gösterilen “Siret Resul” adlı kitabında Yahudilerden irfan (bilim) ve kitap ehli 
kişiler olarak bahsetmiş ve Müslümanların Yahudilere yaptığı eşkıyalıklara ve 
gasp olaylarına anlatabildiği en güzel dille kitabında yer vermiştir. 


Muhammed her zaman kendisini ve ona inananları mağdur ve eziyet çeken 
insanlar olarak göstermiştir. Günümüzde bile İslami terör örgütleri tıpkı 
peygamberleri gibi aynı oyunu oynamakta ve onca masum insanı öldürdükleri 
halde devamlı kendilerini mağdur insanlarmış gibi göstermeye çalışmakla 
beraber, tüm dünyayı İslam'a karşı cephe almakla suçlamaktadır. 


Muhammed Mekke'den Medine'ye göç etmesine, Mekkelilerin ona ve ona 
inananlara eziyet ettiğini sebep olarak göstermeye çalışmıştır. Halbuki 
Muhammed her ne kadar kendisini mağdur göstermeye çalışsa da ayetler işin 
gerçeğini tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor: 


Nahl-41 “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette 
onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür. 
Keşke bilselerdi.” 


Muhammed, Mekke'deki evlerini terk etmelerini ve yanında Medine'ye 
gelmelerini emrettiği Müslümanlara üstteki ayeti söylemek zorunda kalmıştır. 
Nedeni ise Mekke'de kurulu düzenlerini bırakıp Medine'de işsiz güçsüz, evsiz 


19 


barksız kalan Müslümanların beyinlerini yine cennet vaatleri ile yıkamaktır. 
İnananların gözünde artık Muhammed'in kredisi tükeniyordu. Bazıları artık 
Medine'den firar etmeye başlamıştı. Bir başka tehdit içeren ayeti ise şu şekilde 
dikte etmiştir: 


Nisa-89 “Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da 
beraber olasınız. Bu sebeple, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden 
dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz 
yerde öldürün. Onlardan ne bir dost edinin, ne de bir yardımcı.” 


Sadece yukarıdaki ayet bile aslında eziyet çektirenin Mekkeliler değil tam aksine 
Muhammed olduğunu anlamak için yeterlidir. Ailesini, çoluğunu, çocuğunu, 
doğduğu toprakları ve kurulu düzenini bırakmak istemeyen bir insan sizce ölümü 
ne kadar hak ediyor? Muhammed'in dayatmaya çalıştığı gibi ortada büyük bir 
çile, zulüm var ise cehennem azabı tehditlerine ne gerek olabilir? Müslümanların 
o eziyet ve çileden kaçmak için Mekke'yi seve seve terk etmeleri gerekmiyor mu? 
İnsanları sürekli hicret etmek için zorlayan, tehdit eden hatta etmeyenlerin 
öldürülmelerini emreden bir insan sizce bunu neden yapıyor olabilir? Bir tek 
neden var. O da “kontrol”. Muhammed narsist bir kişiliğe sahip olduğu için 
insanların üzerinde her yönüyle kontrol sahibi olmak istemiştir. 


Sonrasında Muhammed, Medine'de işsizlik ve yoksulluk yüzünden firar eden 
Müslümanların karınlarını doyurabilmesi için Mekkelilerin kervanlarına baskınlar 
düzenlemeye ve ganimetlerine el koymaya başlamıştı. Sürekli Medinelileri 
Mekkelilere karşı kışkırtıyor ve Mekkelilerin onları evlerinden zorla çıkarttıklarını 
iddia ederek, ganimetlerin bu yüzden onlara helal olduğunu söylüyordu. 


Hac-39 “Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle 
cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah'ın onlara yardım etmeğe gücü yeter.” 


Hac-40 “Onlar, haksız yere, sırf, “Rabbimiz Allah'tır” demelerinden dolayı 
yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmını bir 
kısmıyla defetmesi olmasaydı, içlerinde Allah'ın adı çok anılan manastırlar, 
kiliseler, havralar ve mescitler muhakkak yerle bir edilirdi. Şüphesiz ki Allah 
kendi dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz ki Allah çok 
kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” 


Müslümanlar efendilerinin yaptığı sinsilik ve hilekârlıklardan övüne övüne 
bahsederler. Düzenbazlık ve hilekârlığı peygamberliğe layık gören ve bundan pek 
de hoşnut bir biçimde bahseden sitelere İnternet'te rastlamak mümkün. 
Müslümanlarda Muhammed'i yaptıklarından dolayı sorgulayabilme cesareti 


20 


yoktur. O yüzden Muhammed'in her yaptığı işi doğru olarak görürler ve “O 
yapmış ise doğrudur” demişlerdir. Bakınız, İbni İshak “Siret Resul” adlı eserinde 
Hendek Savaşı'nda olan bir hadiseyi nasıl anlatıyor: 


Nuaym b. Mes'ud (ra), gizlice Müslüman olmuştu. Allah Resulü, ona bir müddet 
daha Müslümanlığını gizlemesini söylemiş ve onu bu muhasara esnasında, çok 
mühim işlerde kullanmıştı. 


Nuaym, hem Kureyş'in hem de Yahudilerin itimat ve hürmet ettikleri bir insandı. 
Efendimiz, ona harbin bir taktik olduğunu söylemiş ve idare-i kelâm etmesine de 
izin vermişti. Nuaym, bu ruhsat üzerine Yahudilere giderek: Kureyş sizi terk 
edecek ve Muhammed (sav)le baş başa bırakacak. Düşünün o zaman haliniz nice 
olur. Eğer bu durumda kalmak istemiyorsanız, onların ileri gelenlerinden 
birkaçını rehin olarak yanınızda alıkoyun dedi. Onlar Nuaym'a olan 
itimatlarından dolayı bu sözlere kesin olarak inandılar. 


Nuaym daha sonra Kureyş'e gitti. Onlara da: Yahudiler Muhammed (sav)le gizlice 
anlaştılar. Sizin ileri gelenlerinizden birkaçını rehin edip ona teslim edecekler. O 
da onlara ilişmeyecek. Sakın sizden böyle bir talepte bulunurlarsa onların dediğini 
yapmayın dedi. Kureyşliler de, Nuaym'a itimat ettiklerinden, onun bu 
tekliflerinden zerre kadar şüphelenmediler. 


Kureyş ileri gelenleriyle Yahudi liderleri, bir gün bir araya geldiler. Her iki taraf ta 
birbirinden şüpheleniyordu. Evvela Yahudiler sözü açtı ve: Siz başınız sıkışınca 
çekip gidecek ve bizi bu adamla baş başa bırakacaksınız. Teminat için bize birkaç 
rehin vermezseniz biz savaşı bırakacağız dediler. Kureyş, zaten böyle bir teklif 
bekliyordu. Nuaym'ın sözünü hatırladılar ve tabii bu teklifi reddettiler. Onların 
reddi, Yahudilere de Nuaym'ı tasdik ettirdi. Böylece ittifak bozulmuş oldu ve 
Yahudiler harp sahnesinden çekilmeye başladılar. 


Nuaym Müslüman olalı birkaç gün olmuştu. Allah Resulü'nün insanları 
tanımadaki isabetine bakın ki, hemen Nuaym'ın becerebileceği bir işi ona teklif 
etmiş, o da arızasız bu işi yerine getirivermişti. 


Kaynak: Ibni İshak, Siret Resul. 


Yani İbni İshak'ın yukarıda bize anlattığı hikâye diyor ki; Muhammed iki kabileyi 
iftira ile birbirine düşürmüştür. Burada bahsedilen kişi sadece bir asker olsa 
yukarıda anlatılanlar akıl dışı gelmez ve anlaşılabilir. Oysa bahsedilen kişi Allah 
sözcüsü peygamberlik iddiasında olunca bu ve benzeri savaşları teşvik etmesi, 


21 


savaş hilelerine başvurması ve ganimet peşinde koşması ne kadar haklı ve Allah 
sözcüsü vasfına uygun olur? 


Muhammed kendisine inananları diğer ayetlerde Tanrı sözü diye, inanılan Allah 
ağzıyla şu şekilde savaşa davet etmiştir: 


Enfal-65 “Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi 
kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) yüz kişi 
bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir 
kavimdir.” 


Muhammed Müslümanları sanki mağdur olan ve eziyet çekenler gibi göstermeye 
çalışmış ve beyinlerini yıkamıştır. Asıl kervanlara saldıran, eşkıyalık ve gasp 
yapanlar kendileri olduğu halde durumun adaletli görünebilmesi için suçu her 
zaman paganlara atmıştır. Tıpkı bugünkü geri kalmış Arap ülkelerinin, geri 
kalmışlıklarının nedenini İsrail ve Amerika olarak göstermesi gibi. Onlar bugün 
sadece tıpkı peygamberlerinin 1400 sene önce yaptığını yapmakta ve “mağdur 
olan” kişileri oynamaktadırlar. 


Şimdi, ortadaki çelişki barizdir. Muhammed önce Mekkelileri evlerinden zorla 
çıkartıyor, onları cehennem azabı ile korkutmakla kalmayıp üstüne üstlük bir de 
öldürülmelerini emrediyordu. Diğer bir tarafta ise “Sizi zorla evlerinden 
çıkartanlara karşı”, yani Mekkelileri suçsuz oldukları halde suçlayarak savaşı 
körüklüyordu. 


Bu strateji Muhammed'i olağanüstü derecede başarılı yapmıştı. Muhammed “böl 
ve ele geçir” taktiğinin ustası idi. Kabileleri kabilelere, aileleri ailelere ve hatta 
evlatları babalarına bile düşman ederek, onları bölerek üzerlerinde kontrol sahibi 
olmayı başarıyordu. 


Tevbe, 23. Ayet: Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı 
ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte 
onlar, zalimlerin ta kendileridir. 


Muhammed hazretleri kısa bir zaman içerisinde bu nifak sokucu taktik ile tüm 
Arap Yarımadası'nı ele geçirmeyi başarmıştır. 


22 


Muhammed'in Mucize Masalları ve 
İnananları Cennet Vaadiyle Katliama 
Teşvik Edişi 


Bunca ayet ve yaşanan olayın ardından kendini peygamber ilan eden birinden 
insanların beklenti içine girip onun peygamberliğini tescilleyecek, insanların 
içindeki şüpheleri giderecek ve yeri geldiğinde kendinden medet umanlara çare 
olacak mucizeler beklemesi normaldir. Ama ortada böyle bir mucize yoktu, bu 
nedenle insanlar Muhammed'e neden mucize gösteremediğini ısrarla 
sormuşlardır. 


Böyle bir mucize gösterme gücü olmayan Muhammed çareyi ayet uydurarak 
geçiştirmekte bulmuştur. Aşağıda göreceğiniz gibi Muhammed kendisinden 
mucize isteyenlere değişik zamanlarda nasıl cevaplar vermiş; derler ya “Yiğidi 
öldür ama hakkını yeme”; işte politika, işte kurnazlık. Bu arada kendisinden 
sürekli mucize isteyen insanlardan artık gına geldiği de belli oluyor. 


Taha-133 “İnanmayanlar, “Doğru söylediğine dair bize Rabbinden açık bir delil 
(bir mucize) getirse ya!” dediler. Önceki kitaplarda olanların apaçık delili (olan 
Kur'an) onlara yetmedi mi?” 


İsra-59 “Bizi, mucizeler göstermekten alıkoyan, daha öncekilerin onları 
yalanlamış olmasından başka bir şey değildir. Semüd kavmine o dişi deveyi açık 
bir mucize olarak verdik de onunla kendilerine zulmettiler. Biz, mucizeleri yalnız 
korkutup sindirmek için göndeririz.” 


İsra Suresi 89 ve 93. Ayetler Arası: “Muhakkak ki biz, bu Kur'an'da insanlara her 
türlü misali çeşitli şekillerde anlattık. Yine de insanların çoğu inkârcılıktan 
başkasını kabullenmediler. Onlar: “Sen, dediler, bizim için yerden bir kaynak 
fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm 
bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. Yahut, iddia 
ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmalısın veya Allah'ı ve melekleri 
gözümüzün önüne getirmelisin. Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe 
çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da 
asla inanmayız.” De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim.” 


23 


Yunus-20 “Ona (peygambere) Rabbinden bir mucize indirilse ya!” diyorlar. De ki: 
“Gayb ancak Allah'ındır. Bekleyin, şüphesiz ben de sizinle birlikte 
bekleyenlerdenim!” 


En'am-35 “Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldiyse; bir delik açıp yerin 
dibine inerek, yahut bir merdiven kurup göğe çıkarak onlara bir mucize 
getirmeye gücün yetiyorsa durma, yap! Eğer Allah dileseydi elbette onları hidayet 
üzere toplardı. O halde sakın cahillerden olma.” 


En'am-37 “Dediler ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” De ki: 
“Kuşkusuz,” 


En'am-109 “Tüm yeminleriyle Allah'a yemin ettiler ki, eğer kendilerine bir mucize 
gelirse ona mutlaka inanacaklar. Söyle onlara: “Mucizeler ancak Allah'ın 
katındadır.” Mucize geldiğinde de iman etmeyeceklerini anlamıyor musunuz?” 


Enbiya-5,6 “Hayır, dediler, (bu) karmakarışık hayallerdir; hayır onu uydurmuş; 
hayır o şairdir. (Eğer gerçekten peygamberse) öncekilerin (mucizelerle) 
gönderildikleri gibi o da bize bir mucize getirsin.” “Bundan önce helak ettiğimiz 
hiçbir kent(halkı) inanmamıştı, şimdi bunlar mı inanacaklar?” 


Ankebut-5o “Dediler ki: “Ona Rabbinden mucizeler indirilseydi ya!” De ki: 
“Mucizeler ancak Allah katındadır ve ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.” 


Bakara-118 “Bilmeyenler, “Allah bizimle konuşsa, ya da bize bir mucize gelse ya!” 
derler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişti. Onların 
kalpleri (anlayışları) birbirine benziyor. Biz âyetleri, kesin olarak inanacak bir 
toplum için açıkladık” 


Muhammed'in kuyruğu sıkıştıkça cehennem tehdidi ve korkutma ile durumu 
geçiştirmeye ve kendisine inananların aklını kullanıp sorgulayanlar tarafından 
yoldan döndürülmesini uydurduğu ayetlerle engellemeye çalışıyor. 


Bakara-145 “Andolsun, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü mucizeyi 
getirsen de, onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak 
değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. Andolsun, eğer sana gelen 
bunca ilimden sonra onların arzu ve keyiflerine uyacak olursan, o takdirde sen de 
mutlaka zalimlerden olursun.” 


Rad-20 “İnkâr edenler, “Ona Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” diyorlar. Sen 
ancak bir uyarıcısın. Her kavim için de bir yol gösteren vardır.” 


24 


Yukarıda Kur'an'ın “iniş” sırasına göre sıralanan ayetlerin kanıtladığı gibi 
insanların ısrarına rağmen Muhammed açık ve herkesin görüp şüphe duymadan 
inanacağı bir mucize gösterememiş, bu beklentiyi ancak ayet söyleyerek 
geçiştirmeye çalışmıştır. 


Tabii, zaman içinde Muhammed'in sağlığında gösteremediği bu mucizeler 
ölümünden sonra ağızdan ağza dolanan uydurma hikâyelerde gerçekleşmiş, sanki 
olmuş gibi anlatılıp günümüzde İslam dünyasında inanılan mucize masalları 
ortaya çıkmıştır. 


Şimdi Muhammed'in günümüzde inanılan mucize masallarına bir bakalım. 
1- Gökteki Ay'ı ikiye bölmüş, iki parça da Hira Dağı'nın iki yanına düşmüş. 


2- Mirac olayında cennetten gelen eşek-katır arası bir hayvanla bir gecede 
Mekke'den Kudüs'e gitmiş, aynı gece bir merdivenle yedi kat göğe çıkmış, oradan 
kendisine verilen bir uçan döşekle Allah'ın yanına gitmiş ve aynı gece Mekke'ye 
geri dönmüş. 


3- Tükürükle ağrıyan gözleri iyileştirirmiş. 


4- Muhammed tuvalete dışarıya çıktığında ona siper olsunlar diye ağaçlar da 
onunla birlikte yürürmüş. 


5- Uzun zamandır camide bulunan bir kütük onu camiden dışarı çıkaracaklarında, 
Muhammed'den ayrılmak istemeyen kütük inleyerek ağlamaya başlamış. 


6- Hubeydiye'de, susayan Müslümanların susuzluğunu gidermek için on parmağı 
on çeşme olmuş. 


7- Duasıyla yiyecekler çoğalırmış. 

8- Bir düşmanı ölünce toprak onu kabul etmemiş, üç kere dışarıya fırlatmış. 
9- Gelecekte ne olacağını bilirmiş. 

10- Kırk erkeğin cinsel gücü varmış. 


Yukarıda yazan mucizelerden Ay'ın ikiye bölünmesi ve Miraç olayı, Kur'an 
destekli de olsa o dönemde ayetlerden de anlaşıldığı gibi şüphe uyandırmış ve 
inandırıcı olamamıştır. Zira günümüzde Muhammed'in Kamer Suresi'nin 1. 
ayetinde yer alan “Ay yarıldı” dizelerini İslam öncesi sözde cahiliye dönemi 
zamanında, 497-545 yılları arasında yaşamış olan Arap edebiyatının önde gelen 
şairleri arasında yer alan İmruü”l Kays'dan çaldığı da bilinen bir gerçektir. 


25 


Kur'an'da Miraç'la ilgili İsra Suresi var. Miraç olayı için Muhammed'in eşlerinden 
en tanınmışı Aişe “Aslında Muhammed bedeniyle/fiziki olarak göklere 
çıkmamıştır; o ancak rüya yoluyla bunları anlatıyor.” diyor. Ayrıca Fahrettin er- 
Razi, Taberi ve daha birçoğu, bunu İsra Suresi ilk ayetin açıklama kısmında 
anlatıyorlar. 


Görüldüğü gibi mucize konusunda eşini bile inandıramamış, üstelik 
Muhammed'in herhangi bir mucizesinin olmadığı Kur'an'da net olarak ortaya 
konmaktadır. 


Neyse, şimdi biraz da Muhammed'den mucize bekleyenlere cennet vaatleri 
vermesine ve insanları kandırarak şiddete teşvik etmesine bakalım. 


Kur'an'ın birçok suresinde Müslümanları kanunsuz kazanca teşvik eden (örneğin 
ganimet, köle, cariye, ahrette ise huri, şarap akan ırmaklar vs.) ayetleri görmek 
mümkün. Örnek olarak şu ayeti verebiliriz: 


Fetih-20 “Allah size, elde edeceğiniz birçok ganimetler vaad etmiştir.” 


Bu kanunsuz ve adaletsiz kazancı Müslümanların içinde elbette ki içlerine 
sindiremeyenler olmuştu. Muhammed adamlarının yaptıkları kanunsuzluğu haklı 
bir dava gibi göstermek ve vicdan azabı çekenlerin sesini kesmek için şu ayetleri 
dikte ediyor: 


Enfal-69 “Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve temiz olarak yiyin. Allah'a karşı 
gelmekten sakının. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendi.” 


Üstteki ayetten açıkça görülüyor ki, “Çaldığınız mallar, ırzlarına geçtiğiniz 
kadınlar, esir olarak aldığınız çoluk çocuk size temiz ve helal. Sakın ola ki Allah'a 
karşı gelmeyin” denmektedir. Farz edelim ki, Müslümanlar Mekke'den zorla 
çıkarıldılar, ki böyle bir durum asla olmadı, bu konuya bir önceki bölümde yer 
vermiştim. Bu şekilde düşündüğümüz takdirde bile Müslümanların “kâfir” 
kervanlarına saldırıp mallarını gasp etmeleri, erkekleri öldürüp kadınları cariye, 
çocukları ise birer köle olarak almalarının, sizce ilahi bir yaratıcının emri olabilme 
ihtimali var mı diye sorun kendinize. Kovulduğumuz bir şehrin, hiç 
tanımadığımız bir vatandaşının malına el koyup onu öldürmek ve onun karısına 
kızına göz dikmek, değil ilahi, normal sıradan bir ahlâk anlayışına sığıyor mu? Bu 
olayı normal görebilen birinin zaten önce insanlığını, sonra da inancını 
sorgulaması gerekir. 


Mekke'den Muhammed ile hicret etmiş Müslümanların sayısı Medine'de parmakla 
sayılacak kadar azdı. İslami kaynaklar nüfuslarını 80 ila 100 arası 


26 


olarak bildirmektedir. Muhammed'in baskın ve yağmalamalarda daha etkili 
olabilmesi için “Enseri” adını verdiği, yani Enser kentinden Medine'ye göç etmiş 
ve daha henüz çiçeği burnunda Müslüman olmuş, “yardımcı” kişilere ihtiyacı 
vardı. Çok geçmeden görüldü ki Muhammed'in emekleri boşa gitmemişti. Haksız 
kazancın haklı olarak gösterilmesi ile galeyana gelen Araplar, bir de üstüne üstlük 
ölümden sonraki hayatta hurilerin, köşklerin, hiç boşalmayan şarap kadehlerinin 
de verdiği garanti ile onca masum tüccar, kadın ve çocukların rızıklarına el 
koyuyor ve tecavüz ediyordu. Savaş ganimetleri ile gücüne güç katan Muhammed, 
Müslümanların Allah yolunda savaşmalarını sadece bilek güçleri ile değil, ayrıca 
maddi ve finansal güçleri ile de yapmalarını emrediyordu. 


Bakara-195 “(Mallarınızı) Allah yolunda harcayın. Kendi kendinizi tehlikeye 
atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever.” 


Allah'a inanmak ve kervan eşkıyalığı yapmak farklı şeylerdir. Muhammed'den 
önce Araplar dini savaş nedir bilmezlerdi. Bugün bile seküler Müslümanlar 
Allah'a inandıkları halde gasp ve eşkıyalığı ne koşullarda olursa olsun doğru bir 
hareket biçimi olarak görmez, kişileri dini inançları yüzünden birer pislik ve 
öldürülmeye layık kişiler olarak kabul etmek istemezler. Bu türde insanların 
aklını çelebilmek için Muhammed hayali tanrısının ağzıyla şu sözleri dikte 
etmiştir: 


Bakara-216 “Savaş, hoşunuza gitmediği halde, size farz kılındı. Olur ki, bir şey 
sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü 
iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” 


İşte tüm bu çarpıtılmış ahlâk anlayışı yüzünden insanlar bugün bile kendi 
benliklerini, kendi insani yaşam kurallarını hiçe sayarak beyinleri yıkanmış bir 
şekilde hiç tanımadıkları, hiç bilmedikleri insanlardan, sırf dini inançları birbirleri 
ile uyuşmuyor diye nefret edebilmekte ve onları hiç acımadan öldürebilmekte. 
Muhammed kendi menfaati ve emelleri için tüm bu vahşiliği, caniliği, ahlâksızlığı 
“Allah'ı memnun eden davranış biçimi” olarak gösteriyor ve insanların beynini bu 
şekilde yıkıyordu. Muhammed, Müslümanlar tarafından cihad için yeterli finansal 
desteği göremediği zamanlarda sinirleniyor ve hayali tanrısını sürekli 
konuşturuyordu: 


Hadid-10 “Size ne oluyor da, Allah yolunda harcama yapmıyorsunuz? Hâlbuki 
göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. İçinizden, fetihten (Mekke fethinden) önce 
harcayanlar ve savaşanlar, (diğerleri ile) bir değildir. Onların derecesi, sonradan 
harcayan ve savaşanlardan daha yüksektir. Bununla beraber Allah hepsine de en 


27 


güzel olanı (cenneti) vadetmiştir. Allah bütün yaptıklarınızdan hakkıyla 
haberdardır.” 


Allah denilen tanrı, Müslümanların eline mi bakakalmış? Sırf bu üstteki ayet bile 
Kur'an'ın Allah diyerek, para, şan, şöhret ve ranta susamış biri tarafından 
uydurulduğunu göstermek için yeterlidir. Muhammed bir de tüm bunların üstüne 
üstlük, Allah yolunda harcanan paraların aslında Müslümanlara cennette mükâfat 
olarak geri dönecek bir borç olduğunu söylemekteydi. Allah'ın dini için 
insanlardan borç para istemesini hangi akıl mantık sahibi insan açıklayabilir? 


Hadid-11 “Kim Allah'a güzel bir borç verecek ki, Allah da onu kendisine kat kat 
ödesin. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır.” 


Muhammed üstteki ayeti ile artık cihad için servetlerini harcayan insanlara 
Allah'ın borçlu kişi olduğunu söylüyordu. Muhammed'e inanan Araplar artık 
cihad yolunda paralarını ve servetlerini de harcıyordu. Allah yolunda servetlerini 
harcayıp böbürlenen Müslümanlar vardı ki, Muhammed narsistliği ve “tek itaat 
edilen kişi” olma isteğinin de verdiği kıskançlık ile bu kişilere tahammül 
edemiyor, böbürlenen kişilerin seslerini kesmek için hemen şu ayeti 
uyduruyordu: 


Bakara-262 “Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden 
(bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin, Rab'leri katında mükâfatları 
vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” 


Kâfirlerin boyunlarına vurdurup emellerine birer birer ulaşmaya başlayan 
Muhammed, artık Müslümanlara Allah yolunda yaptıklarından dolayı adeta 
teşekkür ediyor ve hayali tanrısının bunu hiçbir zaman unutmayacağını dile 
getiriyordu: 


Muhammed-4 “İnkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet 
onları çökertip etkisiz hale getirdiğinizde bağı sıkı bağlayın (sağ kalanlarını esir 
alın). Artık bundan sonra (esirleri) ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin. 
Savaş sona erinceye kadar hüküm budur. Eğer Allah dileseydi onlardan öc alırdı. 
Fakat sizi birbirinizle denemek için böyle yapıyor. Allah yolunda öldürülenlere 
gelince, Allah onların amellerini asla boşa çıkarmayacaktır.” 


Üstteki ayetten anlaşılan şudur ki; Allah istese kâfirleri siz Müslümanların 
yardımı olmadan da öldürebilir, fakat bunu Müslümanları sınamak için yapıyor. 
Tıpkı herhangi bir mafya çetesi ya da terör örgütüne yeni üye olmuş çaylak 
kişinin, lidere kendisini kanıtlamak için yaptığı kanun dışı eylem gibi. 


28 
İslam dininde inanç, kişilerin kana ne derece susamış olduğuna göre ölçülür. 


Enfal-60 “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. 
Onlarla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin 
bilmediğiniz fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda 
her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez.” 


Muhammed cihad yolunda cimri davrananlara ve cihada yardım edenlere ayrıca 
şu vaatlerde bulunuyor: 


Saf-10, 11 “Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret 
göstereyim mi size Allah'a ve peygamberine inanır, mallarınızla ve canlarınızla 
Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” 


Rahman-53, 54, 55 “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? Onlar 
astarları kalın ipekten olan döşeklere yaslanırlar. Bu iki cennetin meyveleri 
(zahmetsizce alınacak kadar) yakındır. O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini 
yalanlıyorsunuz?” 


Nebe-31, 32, 33 “Şüphesiz Allah'a karşı gelmekten sakınanlara bir kurtuluş, 
bahçeler, üzümler, kendileriyle bir yaşta, göğüsleri çıkmış genç kızlar ve dolu dolu 
kadehler vardır.” 


Hadid-7 “Allah'a ve Resulüne iman edin ve sizi üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı 
maldan, (Allah yolunda) harcayın. İçinizden iman edip de (Allah yolunda) 
harcayanlar var ya; onlar için büyük bir mükâfat vardır.” 


Üstte örnek verdiğim ayetlere bakarak aklı başında bir insan din ve terör gibi 
birbirine benzeyen iki unsurun neden İslam ile birleştiğini kolaylıkla anlayabilir. 


Muhammed kendisine inananlar arasında “isteksizlik” veya “yorgunluk” 
hissettiğinde, yine her zamanki gibi hayali tanrısını konuşturmuş ve onları bu 
şekilde savaş için motive etmeye çalışmıştır: 


Muhammed-20 “İnananlar, “Keşke bir sure indirilse!” derler. Fakat hükmü apaçık 
bir süre indirilip de onda savaştan söz edilince; kalplerinde hastalık olanların, 
ölüm baygınlığına girmiş kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. O da 
onlara pek yakındır.” 


İnsanlar Kur'an'ın bir tanrı tarafından gönderildiğine inandıkça İslam'ın olduğu 
yerde özgürlük hiçbir zaman olmayacaktır ve insanı insana düşman eden bütün 
semavi din kitapları bir gün ait oldukları çöpe atılıp yakılarak yok edilecektir. 


Muhammed'in Emri ile İnanmayanların 
Katledilmesi 


1- Nadir Bin Haris'in Öldürülmesi 


Nadir, Muhammed'in akrabalarındandı. Kureyşliler içinde zeki ve aydın bir 
insandı. Muhammed'in büyük bir iş peşinde olduğunu düşünüyor ve ona 
inanmıyordu. 


Hicretten önce Nadir, Kur'an ve Muhammed'in peygamberliği ile ilgili olarak 
halkı uyarır ve onun sahte bir peygamber olduğunu söylerdi. Onun bir kahin, 
sihirbaz veya şair olmadığını ama “aileleri ve insanları birbirine düşman eden bir 
büyücü” olduğunu iddia ediyordu. Kaynak: İbn Hişam, cilt 1, s. 399. Aynı eserin 
320-321. sayfalarında Nadir Bin Haris'in şöyle konuştuğu yazılıdır: 


“Bu adama karşı çıkma yolunuz sizi bir yere götürmez. O sizin aranızda 
yaşamakta. Şimdiye dek ahlâken en iyi olanınızdı; aranızda yaşayan en doğru, en 
dürüst ve emin kişi oldu daima. Siz tutmuş, onun bir kahin, sihirbaz, şair ve 
mecnun olduğunu söylüyorsunuz. Kim inanır buna? Ahali, bir kahin nasıl 
konuşur bilmiyor mu? Bir şairin, bir mecnunun halini tefrik edemez mi halk? Bu 
ithamların hangisini Muhammed'e yamayabilirsiniz ki halkın dikkatini ondan 
kaçırabilesiniz. Bakın! Ben size onunla nasıl baş edeceğinizi söyleyeyim.” İbn 
Hişam, cilt 1, s. 320-321. 


Sonra Irak'a gitti ve oradan “İran kısraları”, “Rüstem ve İsfendiyar'la ilgili 
masallar” vb. hikâyeleri topladı ve Muhammed'in getirdiği Kur'an'ın bunlardan 
farkı olmadığını anlatmaya başladı. “Bunlar da Muhammed'in söylediği türden 
şeylerdir. Üstelik ben onun gibi peygamberlik iddiasında bulunup, Allah'dan vahiy 
aldığımı da ileri sürmüyorum. Kur'an, bunlar gibi eskilerin masallarından başka 
bir şey değildir” diyordu. Kaynak: İslam Tarihi, Asım Köksal, cilt 1, s. 258 


Aşağıdaki ayetin yazılma sebebinin bu olduğu da söylenir: 


Lokman-6 “İnsanlardan öylesi var ki, herhangi bir ilmi delile dayanmadan Allah 
yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için boş lafı satın alır. İşte 
onlara rüsva edici bir azap vardır.” 


Bedir Savaşı'nda esir düştü. Nadir'i esir alan Mikdad bin Esved'di. Muhammed, 
Nadir'in öldürülmesini emredince Mikdat fidye alamayacağı için, “Ya Resulallah, o 


30 


benim esirimdir” dedi. Muhammed, “O Allah'ın kitabı hakkında ileri geri 
konuşuyordu” dedi ve “öldürülmesini” emretti. Mikdat tekrar, “Ya Resulallah, o 


benim esirimdir” dedi. O zaman Muhammed, “Allah'ım Mikdat'ı lütfunla zengin 
kıl” diye dua etti. Miktad, “İstediğim buydu” dedi. Nadir'in başı “Ali” tarafından 
kesildi. Onunla birlikte birçok esir de öldürüldü ve öldürenlerin başında yine Ali 
vardı. Kureyş'in ileri gelenlerinden Ukbe bin Muayt da fidyesi kabul edilmeyerek 
öldürülenler arasındaydı. 


Ukbe'nin Mekke döneminde bir gün Muhammed'i boğmak istediği, bir başka gün 
namaz kılarken yüzüne hayvan işkembesi attığı, bu nedenle affedilmeyip 
öldürüldüğü rivayet edilir. 


İslami kaynaklarda, Nadir Bin Hârisin idamına neden olan “suçlar” şöyle 
sıralanıyor: Müşriklerin, Muhammed'in tebliğini engellemek için başvurdukları 
yollardan birçoğunu Nadir bin Hâris, bizzat kendisi de uygulamıştır. Bunlar: 
Daveti engellemek, münazara yapmak ve tartışmak, alay etmek, eza ve cefa 
yapmak, tehdit etmek, öldürme teşebbüsünde bulunmak gibi. “Müşrikler”, 
Muhammed başta olmak üzere Müslümanlara uyguladıkları kötülüklerde şu sırayı 
takip etmişlerdir: “istihza”, “hakaret”, “işkence”, “her türlü ticari ve medeni 
münasebetleri kesme devri” ve “şiddet politikası” gibi. Onlar, bu metotları 
uygulayarak İslâmiyet'in yayılmasını engellemeyi amaçlıyorlardı. İbn Hâris, bu 
safhaların hemen hepsinde de yer alarak Müslümanlara eziyet etmiştir. 


İslami kaynaklarda öldürülme nedeni olarak gösterilen bazı suçlar insan hakları 
kapsamındadır. Ama asıl öldürülme nedeni olarak İslam'ın yayılmasını önlemek 
gösterilmektedir. Muhammed'e göre eleştirmek, tartışmak, alay etmek veya 
zorluk çıkarmak bu kişi ve diğer muhaliflerin öldürülmesi için yeterlidir. 


Görüldüğü gibi Muhammed'in zihniyetinde insan hak ve hürriyetlerine değer 
vermek yoktur. Bu kişi ve diğer muhalifler İslam ideolojisine ve hayali Allah'a 
karşı geldiklerinden öldürülmüşler, ama gerçekte acımasız ve tahammülsüz bir 
zihniyetin kurbanı olmuşlardır. 


2- Ebu Afak'ın Öldürülmesi (624) 


Muhammed 622 yılında kaçarak (hicret ederek) Medine'ye vardıktan sonra 
kendisi hakkında eleştirilerde bulunan Yahudi ve paganların teker teker seslerini 
kestirmiştir. Muhammed'den nasibini alan kişilerden biri de zavallı yaşlı adam 
Ebu Afak'dır. Ebu Afak Medine'de kendi halinde yaşayan, 120 yaşlarında bir 


31 


Yahudi'dir. Ebu Afak'ın suçu diğer Medinelilere Muhammed hakkında şiir yazarak 
sorgulamaya teşvik etmesiydi. 


İslam âlimi İbn İshak'ın “Siret Resulullah” eserinde bahsettiği olay şu şekilde 
geçiyor: Ebu Afak, Ubayda kabilesinden biriydi. Allah'ın elçisinin “El-Harit Bin 
Suveyd Bin Samit” adlı kişiyi öldürmesini hazmedemiyor ve eline aldığı kalem ile 
şiir yazarak hoşnutsuzluğunu şu sözlerle dile getiriyordu: 


Uzun yıllar yaşadım 

Ama Kayla Oğulları gibi 

Bir araya geldiklerinde 

Üstlendikleri şeyi yapma ve müttefikleri konusunda 
Onlardan daha sadık olan, 

Dağları deviren ve hiçbir zaman boyun eğmeyen 
Bir topluluk ya da halk grubu görmedim 

Onlara gelen bir atlı onları 

Her konu hakkında 

“Haram” ve “Mübah” diyerek ikiye ayırmıştır 
Yücelik ve krallığa inansaydınız 

Tubba'yı izlerdiniz 


Not: Tubba, eskiden Arap topraklarını işgal etmiş Yemenli bir hükümdar. Kayla 
oğulları ise ona karşı koymuşlardı. 


Bunun üzerine Allah'ının sevgi ve hoşgörü abidesi olan “örnek ahlâklı insan” 
Muhammed, tıpkı günümüzdeki bir mafya babası tabiri ile kendisine inanan 
cahillere “Bu alçağı benim için kim halledecek!” beyanatında bulunmuş ve Salim 
Bin Umayr bu “suikast” görevini üstlenerek yaşlı adamı gece karanlığında 
hançeriyle katletmiştir. 


Gerçekten de Ebu Afak'ın öldürtülmesi pek feci bir şekilde olmuştur. Cinayeti 
işlemeyi şerefli bir iş gibi üzerine alan Salim Bin Umayr, gece karanlığında Ebu 
Afak'ın evine giderek sanki onu dostça ziyaret ediyormuş gibi görünmüş, ve 
kendisini ağırlamak için kapıyı açan ihtiyarcığı oracıkta hançeriyle yere sermiştir. 


32 


Umama Bin Müzayrıya adında bir şair; Ebu Afak'ın öldürülmesi olayından hemen 
sonra şu satırları yazmıştır: 


Sen Tanrı dinine ve Muhammed'e “Yalancısın” dedin... 
(Bu nedenle) geceleyin bir Hanif sana yaklaştı, senin güvenini kazandı. 


“Yaşına rağmen al bunu Ebu Afak’ diyerek (hançeri göğsüne sapladı ve)seni 
gebertti... 


Gece karanlıklarında seni geberten yaratık insan mı idi? Yoksa cin mi, hiç 
bilemiyorum.” 


(Kaynak: İbn Sad, Tabakat, cilt 2) 


Muhammed'in bu yaşlı adamı öldürtmesi elbette kendisine fiziksel bir tehdit 
olarak gördüğü için değildi. 100 yaşını aşkın bu zavallı yaşlı adamın tek suçu 
Muhammed'i eleştirmekti. Narsist liderler kişilikleri icabı kendileri hakkında en 
ufak eleştiriye bile tahammül edemezler. Ayrıca Ebu Afak için hiçbir İslami 
kaynakta Muhammed'i yaralamak ya da öldürmek gibi bir girişiminin ya da 
planının olduğu yazmamaktadır. 


Sözde Allah'ın örnek insan olarak gönderdiği Muhammed, Ebu Afak'la hiçbir 
zaman yüzleşmemiş, tam aksine bir mafya babası gibi tetikçilerine öldürülmesini 
emretmiştir. 


3- Ka'b Bin Eşref'in Öldürülmesi (624) 


Ka'b Yahudi Nadiroğullarına mensup bir şair idi. Bedir Savaşı'nda öldürülenleri 
duyunca “Vallahi, eğer Muhammed bu ulu kişileri öldürtmüşse, yerin altı 
üstünden daha hayırlıdır,” diyerek Mekke'ye gitti. Bedir'de öldürülenler için 
mersiyeler okudu, Mekkelilerle ağlaştı. Daha sonra tekrar Medine'ye döndü. 


Müslümanlar ve kendisi aleyhine okuduğu hicivli şiirlere Muhammed daha fazla 
dayanamadı ve onun öldürülmesi için bir suikast timi oluşturdu. Bu timin içinde 
Ka'b'ın sütkardeşi olan Ebu Naile Silkan da vardı. Muhammed'in olduğu yerde 
baba evladı, kardeş kardeşi, amca yeğeni tanımazdı ve tabii ki bir insanın 
sütkardeşinin de onu tanımaması çok normaldi. 


Suikast timi Evs kabilesindeki şu kişilerden oluşuyordu: 
Ebu Nail Silkan (Ka'b'ın süt kardeşi) 


Muhammed bin Meslem 


33 


Abbad bin Bişr 
Haris bin Evs 
Ebu Abs bin Cebr 


Suikast planı kendilerine yakışan hain bir tuzaktı. Ka'b Nadiroğullarıyla birlikte 
kalede yaşıyordu. Önce Ka'b'la görüştüler ve ona Muhammed'den yakınarak 
kendilerinden vergi istediğini söylediler. Ondan borç istediler. Silahlarını rehin 
bırakmak üzere anlaştılar. Belirlenen zamanda tekrar gelmek üzere ayrıldılar. 
Sözleştikleri zamanda tekrar gelip Ka'b'a seslendiler. Eşinin kuşkulanıp 
uyarmasına rağmen Ka'b eşine “Onlar benim kardeşlerim, dostlarım” diyerek 
yanlarına iner. Plana göre Mesleme, Ka'b'ın başını koklarken yakalayıp 
tuttuğunda diğerleri saldıracaktır. 


Ünlü İslam şarlatanı Süleyman Ateş cinayet anını aynen şöyle anlatıyor: “Ka'b'ın 
üzerinde zırh olduğu için adama kılıç işlemiyordu. Muhammed İbn Mesleme, 
kılıcın ucunu Ka'b'ın göbeğinin altına koyup üstüne abandı. Adamın “anüsüne” 
kadar sapladı ve Ka'b yere yıkıldı”. (Süleyman Ateş - Kur'an'a Göre Hz. 
Muhammed'in hayatı, s. 565) 


Medine'de, Muhammed'e bağlılık ve sadakat bakımından birbirleriyle rekabet 
halinde iki Müslüman kabile vardı. Evler ve Hazreci'ler. Bunlardan biri 
Muhammed'e hizmette bulunsa, diğeri kıskanıp benzeri ya da daha iyi bir 
hizmette bulunma hevesindedir. Kabın öldürülmesi Muhammed'i çok 
sevindirmişti. Bu yüzden Evs kabilesini övmüş olması Hazreci kabilesini 
kıskandırmıştı. 


4- Esma Bint Mervan’ın Öldürülmesi (624) 


Yezid Bin Zeyd'in eşi ve 5 çocuk annesiydi. Beni Khatma kabilesindendi ve o da 
bir şairdi. Bu kabilede de Muhammed'e sadık müminlerin sayısı artmıştı. Buna 
karşın inanmayanlar da bir hayli çoktu. Esma Bint Mervan da Muhammed'e 
inanmamakta ve onu yazdığı şiirlerle eleştirmekteydi. 


Muhammed, Esma'nın aleyhindeki şiirlerini ve konuşmalarını haber almaktaydı. 
Anlaşılan o ki, Muhammed aleyhine okuduğu şiirleri kendi kabilesinden 
Muhammed'e ileten ajanlar vardı. 


Esma Bint Mervan, Ebu Afak'ın öldürüldüğünü duyunca üzüntüsünü şu dizelerle 
şiire döker: 


34 
Bin Malik ve El-Nabit ve Auf ve El-Khazraj'e saygı duymuyorum. 
Sizden biri olmayan bir yabancıya 
Murad ya da Mahrij (Yemenli iki kabile) olmayan bir yabancıya itaat ediyorsunuz. 
Ahcının pişirdiği yemeğin olmasını bekleyen aç adamlar gibi bekleyen 


Reisinizi öldüren bu adamdan (Muhammed'den) size iyilik geleceğinizi mi 
bekliyorsunuz? 


Aranızda onu gafil avlayarak ona saldıracak 

Ve ondan gelmeyecek yardımı bekleyenlerin 
Umutlarına son verecek gururlu bir adam hiç yok mu? 
Kaynak (İbn Sad, Siret Resul) 


Muhammed Esma'nın bu şiirlerine öfkelenir ve öldürülmesine karar verir. “Kim 
beni Mervan'ın kızından kurtaracak?” diye sorduğunda; Adiyy Bin Hareşe 
isminde (gözleri görmeyen) bir Müslüman bu göreve talip olur. Muhammed'in 
adamları Bedir'den döndükten sonra Adiyy ile birlikte Ramazan'ın 25. gecesi o 
kadının evine giderler. Evdekiler uykudadır. Esma, çocukları ile birlikte yatmakta 
olup, hatta bir bebeği de onun üstüne uzanmış durumdadır. Adiyy eliyle 
yoklayarak bebeği kenara çeker ve gözleri görmemesine rağmen kılıcını 
Mervan'ın göğsüne dayayıp yüklenir ve kılıç Mervan'ın sırtından çıkıp kuma 
saplanır. 


Sabah olunca gelip Muhammed ile birlikte namaza durur. Muhammed onu 
tedirgin görünce “Ya Umeyr, Mervan'ın kızını mı öldürdün?” diye sorar. O da 
“Evet ya Resulullah, acaba hata mı ettim?” diye cevap verir. Muhammed “Hayır, 
onun için iki keçi bile birbiriyle toslaşmazdı” der. 


Başka kaynaklarda Muhammed'in söylediği son söz şöyledir: “Onun kanı 
hederdir, sorup karşı çıkacak kimse yoktur” Kaynak: Mahmud Esad - İslam Tarihi 
“Tarih-i Din-i İslam” (s. 550-551) 


Ömer, “Tebrikler doğrusu, böyle kör bir şahıs böyle mühim bir hizmette 
bulunsun” deyince, Muhammed cevap olarak, “Ya Ömer, kör deme, o gerçeği 
gören mert bir kişidir. Habersizce Cenab-ı Hakk'a ve Resulü'ne yardım etmiştir” 
der. Muhammed böyle bir işi “kör” olmasına rağmen yerine getirdiği için Adiyy 


35 


Bin Hareşe'ye “Umeyr” yani “gözleri gören” ismini takar. Kaynak: İbn İshak 
Allah'ın Resulü'nün Sireti (S.675-676), İbn Sad “Tabakat el-Kebir” (Cilt 2 Sayfa 
31) 


Not: Bu cinayetten hemen bir gün sonra Khatma kabilesinin tamamı ölümle 
korkutularak Müslüman olur. 


Esma, Muhammed'in öldürttüğü kişiler için iyice içerlemiş olacak ki, halktan 
Muhammed'i (tıpkı Muhammed'in öldürttüğü gibi) gafil avlayacak birinin 
çıkmasını ümit ediyor. Bu demektir ki Esma'nın kendisi hem kadın olduğu için ve 
hem de acizliğinden böyle bir işi kendisi yapamaz. 


O halde Esma denen bu 5 çocuklu kadın Muhammed için ne gibi bir tehdit 
unsuruydu? Muhammed'in “O kadın için iki keçi bile toslaşmaz” cümlesinden 
anlıyoruz ki, Esma'nın ölümü halk içinde pek de ses getirecek bir hadise değildir. 
Bu demektir ki Esma o dönemlerde otoriter, devlet idaresinde bulunan bir kişi ya 
da Muhammed'e karşı diğer kabilelerle iş birliği yapabilecek mevkide bir kadın 
değildi. 


Esma, kendi çapında şiirler yazan 5 çocuklu şair bir annedir. Esma şiirleri ile değil 
diğer güçlü kabileleri Muhammed'e karşı savaşmak için iş birliğine çağırabilmek, 
kendi halkını bile Muhammed'e karşı ayaklandıramayacak kadar aciz bir kadındı. 
Tek suçu Muhammed'in kişileri gafil avlamasına ve kalleşçe işlenen suikast 
olaylarına kızarak, Muhammed'in bu eylemlerini eleştirmesidir. Akabinde yazdığı 
dizelerin bedelini kendi çocukları önünde vahşice katledilerek ödemiştir. 


Esma Bint Mervan için iki keçi tokuşur mu bilemem ama, geride bıraktığı 5 yetim 
çocuğun sabah akşam analarına ağladıkları ve hayatlarının geri kalanını perişan 
bir şekilde geçirdikleri kesindir. 


5- İbn Suneyna'nın Öldürülmesi (624) 


Süneyye olarak da tanınan İbn Suneyna Yahudi tacirlerindendi. Muhayise Bin 
Mesud tarafından öldürüldü. 


Muhammed, Yahudi şairi Ka'b Eşref'in öldürülmesinden sonra “Yetkiniz altındaki 
her Yahudi'yi öldürün” emri vermişti ve bu emir üzerine Muhayissa, yakın ticari 
ve sosyal ilişki içinde bulunduğu Suneyna'nın aniden üzerine atlayarak onu 
öldürdü. Muhayyıs'nın henüz Müslüman olmayan ağabeyi Huvayyısa bin Mes'ud 
ona vurmaya başladı ve: “Ey Allah düşmanı! Onu öldürdün ha?! Vallahi, senin 
kamında onun malından pek çok içyağı vardır!” dedi. Muhayyısa: “Vallahi, onun 
öldürülmesini bana öyle bir zât emretti ki, eğer o seni öldürmemi de bana 


36 


emretseydi, muhakkak senin boynunu da vururdum!” dedi. Huvayyısa'nın 
İslâmiyete girmesine ilk sebep, bu cevap oldu. Huvayyısa: “Şaşılacak şey! Eğer 
Muhammed öldürülmemi sana emretse, gerçekten beni öldürür müsün?” dedi. 
Muhayyısa: “Evet! Vallahi, o senin boynunu vurmayı bana emretseydi, muhakkak, 
senin de boynunu vururdum!” dedi. Huvayyısa: “Vallahi, seni bu duruma getiren 
bir din, hayrete şayandır!” dedi ve o da Müslüman oldu. 


Kaynak: İbn İshak, İbn Hişam, Sire, c. 3, s. 62, Vâkıdi, Megâzi, c. 1, S. 191-192, 
Taberi, Târih, c. 3, s. 5, Beyhaki, Delâilü'n-nübüvve, c. 3, s. 200, İbn Abdilberr, 
İstiâb, c. 4, s. 1464, İbn Esir, Kâmil, c. 2, s. 144, İbn Seyyid, Uyünw'l-eser, c. 1, S. 
01, Zehebi, Megâzi, s. 131, E bu I-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 4, s. 5. 


6- Ebu Rafi'nin Öldürülmesi (624) 


Ebu Rafi de Hayberli bir Yahudi tacirdi. Evs kabilesinin Şair Ka'b Eşrefi 
öldürmesini kıskanan Hazreci kabilesi ahmakları, Ka'b kadar değerli birini 
öldürüp Muhammed'in gözüne girmek isterler. Akıllarına Ebu Rafi gelir. Gatafan 
kabilesini Muhammed'e karşı savaşa kışkırttığı ve tacir olduğu için faizle borç 
para verdiği vb. birtakım ithamlarla suçlayarak Muhammed'den öldürmek için 
izin isterler. Muhammed onu öldürtmek için Abdullah bin Atik komutasında bir 
tim oluşturur. 


Tim üyeleri şu kişilerdir: 

Abdullah bin Atik 

Mesud bin Sinan 

Abdullah bin Üneys 

Ebu Katede Haris bin Ribiy 

Hüzai bin Esved'den oluşan 5 kişilik bir fedai timiydi. 


Ebu Rafi Hayber'de bir kalede yaşıyordu. Abdullah bin Atik'in sütannesi Hayberli 
olduğu için bu yöreyi çok iyi biliyordu. Abdullah İbn Atik kalenin içine sızmayı 
başarır ve bir ahıra saklanır. Herkes uykuya çekildikten sonra Atik, Ebu Rafi'nin 
yatak odasına sızar. 


Ebu Râfi, karanlık bir oda içinde, ailesinin arasında uykuya yatmış bulunuyordu. 
Abdullah bin Atik; Ebu Râfi'in odanın neresinde olduğunu kestiremediğinden, 
anlamak için: “Ebu Râfi..!” diyerek seslendi. Ebu Râfi: “Kim o?” dedi. 


37 


Abdullah bin Atik, ses gelen tarafa yaklaşıp ona kılıçla ilk darbeyi indirdi. Fakat, 
bir iş görememiş olmanın heyecanı ve dehşeti içinde kaldı. Ebu Râfi çığlık 
koparınca, Abdullah bin Atik, hemen dışarı çıktı. Kısa bir müddet sonra, tekrar 
içeri girip sesini değiştirerek: “Nedir bu feryad ey Ebu Râfi?” dedi. Ebu Râfi: 
“Anan Cehenneme! Sen seslenmeden önce, birisi bana oda içinde kılıçla vurdu!” 
dedi. Abdullah bin Atik, ona kılıçla bir darbe daha indirip iyice yaraladı. Fakat, 
yine öldüremedi. Sonra, kılıcın keskin ucunu kamına basınca, Ebu Râfi arkasına 
devrildi. 


Kaynak: Buhâri, Sahih, c. 5, s. 26-28, Taberi, Târih, c. 3, s. 6-7, Beyhaki, Sünenü'l- 
kübrâ, c. 9, s. 80, Delâilü'n-nübüvve, c. 4, S. 37-38, İbn Esir, Kâmil, c. 2, s. 147- 
148, Zehebi, Megâzi, s. 285-286. 


Suikast timindeki herkes Ebu Rafi'yi kendisinin öldürdüğünü iddia eder. Bunun 
üzerine Muhammed, herkesin tek tek kılıcını kontrol eder. Öldürenin Abdullah 
bin Uneys olduğunu söyler, çünkü kılıcında kemik izleri görmüştür. 


Taberi'de olay şöyle anlatılır: 


“Biz, yatağında bulunan (kocasına) kılıçlarımızla vurmaya başladık; gecenin 
karanlığında onu ancak ince ve beyaz Kıpti bezine benziyen beyazından dolayı 
seçebildik... Biz ona kılıçlarımızla vurduktan sonra Abdullah bin Üneys kılıcını 
onun karnına saplıyarak öbür tarafına geçirdi. Yahudi bu sırada: -”Yeter, yeter- 
diye bağırıyordu. Bundan sonra biz onun yanından çıktık. Abdullah bin Atik'in 
gözleri iyi görmüyordu, bu yüzden inerken basamaktan düşerek ayağını şiddetli 
bir surette incitti; onu yükleyerek akan su çukuruna kadar götürdük. Biz o 
çukurda saklanacaktık. Kalede ateşler yakıldı, bizi her taraftan araştırmaya 
koyuldular. Ancak bizi bulmaktan ümidi kestikten sonra yaralının yani (Ebü 
Râfi'i'n) yanına dönerek onu her taraftan sardılar. O, onlar arasında can 
çekişiyordu. Biz, Tanrı düşmanının ölüp ölmediğini bilmek istedik. Aramızdan 
biri: -Ben gidip anlar, ve bekliyerek onun haberini getiririm'- dedi; ve Yahudiler 
arasına karıştı. Yahudiler arasına karışan adam söyle diyor: -Ben yanlarına 
geldiğim vakit, yahudilerin ileri gelenleri onun yanında toplanmışlar(dı); 
karısının elinde kandil vardı. O, kandilin ışığında kocasının yüzüne bakıyor, aynı 
zamanda toplanmış olan adamlarla konuşarak: -Tanrı adına and içerek teyid 
eylerim ki, İbn-i Atik'in sesini işitmiş gibi oldum, fakat sonradan kendi kendimi - 
İbn-i Atik Medine'dedir, bu memlekete nasıl girebilir?- dedim. Bu arada ben de 
yaralının yüzüne bakmak üzere yanına yanaştığım vakit karısı: - Yahudi ilâhına 
and içerek ölmüş olduğunu temin derim- dedi. Haber almaya giden arkadaşımız: 
-Bu söz benim için her şeyden daha hoştu- diyor. O, bize Ibn-i el-Hukayk'in (Ebü 


38 


Râfi'i'n) ölüm haberini getirdi. Bundan sonra biz, arkadaşımızı (İbn-i Atik'i) 
yükliyerek kaleden ayrıldık. Tanrı elçisinin katına gelerek Tanrı düşmanını 
öldürdüğümüzü haber verdik. Fakat onu hangimizin öldürdüğü hakkında 
aramızda ihtilâf başgösterdi. Her birimiz onu kendisi öldürmüş olduğunu iddiâ 
ediyordu. Bunun üzerine Tanrı elçisi: -Haydi kılıçlarınızı gösteriniz- dedi. 
kılıçlarımızı getirdik; o, kılıçlara baktı ve Abdullah bin Üneys'in kılıcını gözden 
geçirdikten sonra: -Bu kılıcın sahibi onu öldürmüştür, ben bu kılıçta kemik izleri 
görüyorum- dedi” 


Kaynak: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları - Taberi, Milletler ve Hükümdarlar 
Tarihi, İstanbul, 1966, cilt II, s. 365-6 


7- Useyr Bin Zarim'in Öldürülmesi (627) 


Useyr, Hayber Yahudilerindendi. Hicretin 6. yılında Muhammed, 3 kişilik bir 
heyeti Abdullah İbn Rehava başkanlığında Hayber'e göndermişti. Rahava, 
Hayber'de 3 gün kaldı. Yahudilere başkanlık eden Useyr bin Zarim'le görüştü. 
Döndüğünde Useyr'in Gatafan kabilesini Müslümanlara karşı kışkırttığını 
Muhammed'e anlattı. Muhammed, Useyr için planını yaptı ve Rahava'yı bu defa 
30 kişiyle Hayber'e gönderdi. Muhammed'in kendisini Hayber'e vali olarak 
atadığını, kendisini görmek için Medine'ye beklediğini iletti. Teklife kanan 
Useyr'le birlikte yola çıktılar. Yahudiler de 30 kişiydi. Hayber'e 6 mil mesafede 
bulunan Karkara'ya geldiklerinde Useyr kuşkulandı, pişman olup gitmekten 
vazgeçti ve geri dönmek istedi. Bunu anlayan Abdullah İbn Uneys kılıcına 
davranıp onun ayağını kesti, Useyr de elindeki değnek ile Abdullah bin Uneys'in 
başına vurdu. Useyr'le birlikte 29 Yahudi kılıçtan geçirilerek öldürüldü. Bir kişi 
kaçtı. Uneys, Muhammed'e geldi ve Muhammed onun yarasını “tükürerek” 
iyileştirdi. Kaynak: Taberi-Tarih 3/155 


8- Halid Bin Süfyan'ın Öldürülmesi (625) 


Hüzeli Kabilesi Lıhyanoğulları kolundandı. Muhammed, Halid bin Süfyan'ın 
kendisine karşı çarpışmak için adam topladığı istihbaratını alır ve Abdullah bin 
Üneys'e onu öldürmesi için talimat verir. 


Abdullah, Muhammed'den Halid'i aldatmak için kendisini kötüleme konusunda 
izin ister. Muhammed de, “istediğini söyleyebilirsin” der. Halid'in eşgalini tarif 
eder ve ekler: 


“O'nu gördüğünde şeytanı hatırlarsın. Onunla senin arandaki alamet; onu 
görünce kendinde bir ürperme ve korku hali bulursun.” 


39 


Abdullah, aldığı talimat doğrultusunda Halid'in kabilesine doğru yola çıkar ve 
Urana vadisine ulaşır. Orada bir kadın çobanı görür ve Halid bin Süfyan'ı sorar, o 
da “İşte buraya doğru gelen o” der. Halid Süfyan ona kim olduğunu sorar ve o da 
Muhammed'e karşı savaşmak istediğini ve kendisinin bu amaçla bir ordu 
oluşturduğunu duyduğu için onun yanına geldiğini söyler. Bunun üzerine Halid 
bin Süfyan onu alır, götürür misafir eder. Yedirir, içirir. Herkes uykuya çekilince 
Abdullah bir punduna getirip Halid'i öldürür. 


Bu işe karşılık Muhammed ona bir asa hediye eder ve “Cennette kullanırsın” der. 
Abdullah'ın vasiyeti üzerine bu asa kefenine sarılıp öyle gömülmüş. Cennette 
kullanacak ya, ondan! İşte böyle arkadaşlar, yani sizlere anlatıldığı gibi güller ve 
karanfiller dağıtılarak insanlar İslam'a davet edilmedi, bu işin altında katliam, 
hain planlar, kan ve vahşet vardı! 


40 


Muhammed'in Tecavüzcülüğü ve 
Yağmacılığı 


Müslümanlar Muhammed'in “sözde” din adına yaptığı savaşlardan gururla söz 
ederler. Oysaki Muhammed'in savaşları; çete savaşı yapmak, düşmanı gafil 
avlamak ve düşmanı hiç beklemedikleri bir anda yakalayıp erkekleri kılıçtan 
geçirip kalanları esir almak, kadınları, kızları cariye yapmak ve ganimet 
toplamaktan ve böylece ele geçirilen bölgeleri yağmalayıp hâkimiyet kurmaktan 
ibaretti. Din, hâkimiyet kurmanın amacı değil aracıydı. 


Muhammed Medine'ye göç ettikten sonra, hayatının son on senesinde ona 
inananların da çoğalması ile artık sağa sola saldırmak ve civarda terör estirmek 
için kendinde yeterli gücü hissetmiştir. İslam âlimi İbni Sad, “Kitab el-Tabakat” 
adlı eserinde Muhammed'in bu son on yılı içerisinde “74 baskın” yaptığını 
kitabında belirtmiştir. Muhammed kendisi bizzat baskınların 27 tanesini komuta 
etmiştir. Arapça yazılmış tüm İslami eserlerde bu baskınlara “Gazve” denir. 
Muhammed'in adamlarını görevlendirdiği ve kendisinin katılmadığı baskınlara 
ise “Seriyye” denmektedir. 


Muhammed gazvelerde hiçbir zaman kendisi kılıç sallamamıştır. Uhud Savaşı'nda 
Muhammed'in dişinin kırılması olayına Müslümanlar “dendan-i saadet” adını 
vermişlerdir. Muhammed'in dişi, “Utbe bin Ebu Vakkas” isimli bir düşmanın eline 
bir taş alıp uzaktan Muhammed'e atması sonucu Muhammed'e isabet etmiş ve 
miğferi yamulup dişini kırmıştır. Utbe'nin Muhammed'e savaş anında taş 
atmasının nedeni de zaten Muhammed'in sürekli süvarileri tarafından korunması 
ve kimsenin yanına yaklaşamamasındandır. Başta Cebrail olmak üzere, 
Müslümanları koruyan tüm meleklerin neden Muhammed'in dişini koruyamadığı 
da ilginçtir. 


Muhammed her zaman için saldırdığı ve yağmaladığı kasaba ve şehirleri gafil 
avlamıştır. Bir kısmı katledilmiş, çiftlik hayvanlarına, mallarına ve silahlarına el 
konmuş, esirler para karşılığı takas edilmiş ya da kendilerine köle ve cariye olarak 
kullanmışlardır. 


Abdullah İbnu Avn, İslami kaynaklarda bu gazvelerden birini şu şekil anlatmıştır: 


“Nafi'ye yazarak savaştan önce müşrikleri İslam'a davet etme hususunda sordum. 
Şu cevabı verdi: “Bu İslam'ın başında idi. Resulallah aleyhissalatu vesselam Beni 
Mustalik'e ani baskın yaptı. Adamları gafildi, hayvanları su kenarında sulanmakta 


41 


idi. Savaşabilecekleri öldürdü, kadın ve çocuklarını da esir etti. O gün Cuveyriye 
validemizi esir almıştı. Bunu bana Abdullah İbnu Ömer rivayet etti. Abdullah bu 
orduya asker olarak katılmıştı.” (Buhari, Itk 13, Müslim, Cihad 1, (1730); Ebu 
Davud, Cihad 100, (2633).] 


Müslüman tarihçiler bu baskında 600 esir, sayısız ganimet, 2000 deve ve 5000 
küçükbaş hayvanın ele geçirildiğini rivayet ederler. 


Müslümanlar bugün bile tüm dünyanın öfke ve iğrençlikle karşıladığı terörizm 
olaylarında hemen savunma moduna geçip İslamcı teröristlerin İslam'la bir 
alakası olmadığını ve İslam'da masum kadın ve çocukların öldürülmesinin yasak 
olduğunu söylerler. Oysa gerçek çok başkadır. 


“Ya Resulallah! Evlere yapılan gece baskınlarında, müşriklerin kadınları, çocukları 
da öldürülüyor, ne dersin?” “Onlar da öbürlerindendir.(Kadın ve çocuklar da 
onlardandır.) (Bkz.Ebu Davud, Cihad/102, hadis 2638; Cihad/121, hadis 2672; Ibn 
Mace, Cihad, hadis 2840; Ahmet Ibn Hanbel, 4/46; Tirmizi, Siyer/19, hadis 1570) 


İbn-i Kudame ise bu konu hakkında bize şu bilgileri vermektedir: 


Kâfirlere geceleyin baskın yapmak ve haber vermeden öldürmek caizdir. Ahmet, 
geceleyin baskın yapmakta bir sakınca olmadığını söyler. Zaten Rumlara geceleyin 
baskın yapılmadı mı? Düşmana geceleyin saldırmanın mekruh olduğunu söyleyen 
kimse bilmiyoruz. Süfyan, Zuhri, Abdullah bin Abbas ve Sab bin Cessame senedi 
zinciri ile Rasulullah'tan (Sallalahu aleyhi ve sellem) şöyle aktarılır: Müşriklerin 
evlerine gece baskın düzenliyoruz, onların kadın ve çocuklarını esir alıyoruz, 
bunda bir sakınca var mıdır? Diye soruldu. Bunun üzerine Rasulullah (Sallalahu 
aleyhi ve sellem): Onlar da onlardandır diye cevap verdi.” 


Günümüzün çoğu Müslüman ilahiyatçıları bu çirkin hadiseleri örtbas edebilmek 
ve haklı gösterebilmek için türlü türlü bahaneler üretmektedirler. Üretilen bütün 
mazeretler bu savaşlarda hiçbir suçu olmayan masum insanların neden esir ve 
köle yapıldığını, kadınların kızların neden tecavüze uğradığını ve cariye olarak 
yaşamaya mahküm bırakıldıklarını açıklayamaz. Aslolan Muhammed'in ganimet, 
şehvet, güç ve servet arzusundan başka hiçbir şey değildi. Ganimetler sadece 
servet ve zenginlik getirmemişti. Esir kadınlarla cinsel ilişkiye de giriyorlardı. 


Rasulullah (sav)'la birlikte Beni'I-Mustalik Gazvesi'ne çıktık. Arap esirlerinden 
çokça esir ele geçirdik. Kadınlara karşı arzu duyduk. Çünkü üzerimizde bekârlık 
şiddet kesbetmişti. Hep azil yapmak istiyorduk ve: “Aramızda Rasulullah (sav) 
varken, ona sormadan azil (Boşalmadan penisi çekmek) yapmak olur mu?” dedik 


42 


ve sorduk. “Hayır!” buyurdular. “Bunu yapmamanız gerekir. Kıyamete kadar 
geleceği takdir edilen her canlı mutlaka yaratılacaktır (siz tedbirinizle önüne 
geçemezsiniz).” 


Kaynak: Buhari, Nikâh 96, Büyu 109, Itk 13, Megazi 32, Kader 4, Tevhid 18; 
Müslim, Nikâh 125, (1438); Muvatt 


Müslümanlar Muhammed'in hanımlarının çoğunun çaresiz dul hanımlar 
olduğunu söylemektedirler. Akıl sahibi bilir bir kişi, hayırseverliğin tanımını 
bilmiyor ise, Muhammed'in bu dul, çaresiz, özellikle genç ve güzel hanımları 
kendilerine acıdığı için sorumluluğu altına aldığını düşünebilir. Fakat ortada bariz 
bir şekilde gözden kaçırdıkları nokta şudur ki, bu hanımların dul kalmasının 
nedeni de zaten Muhammed ve müritleri kocalarını öldürdüğü içindir. 


Muhammed eşlerinden biri “Reyhâne” ile ne şekilde evlenmiş, hep birlikte 
görelim. 


Beni Kureyzâdan alınan savaş ganimetleri ve esirleri müslümanlar arasında islâm 
dinine uygun bir şekilde taksim edildi. Reyhâne (r.anhâ) da savaş esirleri arasında 
bulunuyordu. Ganimetler taksim edilip, sıra esirlere gelmişti. Reyhâne (r.anhâ) 
da Peygamber efendimizin hissesine düşmüştü. Kaynak: Tabakât-ı İbn-i Sa'd cild- 
8, S. 129 


Yukarıda açıkça köle olarak Muhammed'in payına düşen bu bahtsız kadının 
akrabalarına ne olmuş, hemen bakalım: 


Kocasının ismi Hakem idi ve Kurayza baskınında öldürülmüştü. Geriye kalan 
babası, kardeşleri ve diğer erkek akrabaları ise Kurayza esirleri arasında boynu 
Zübeyr ve Ali tarafından vurulanlar arasındaydı. 


Kadının bu katliamın ardından akıbetine bakalım: 


Reyhane'nin Muhammed'in eşi olup olmadığı ve cariyesi olarak kalmış olabileceği 
de hep tartışma konusu olmuştur. İbn Sa'd da onun “safiyy” payı olarak daha 
ganimetler dağıtılmadan önce Muhammed'in onu kendisine ayırdığı ve onu hür 
zevceleri arasına kattığı yazılıdır. Kurtubi'ye göre de Muhammed kendisini azad 
edip onunla evlenmiştir. İbn İshak'ta ise cariye olarak kaldığı yazılıdır. 


Özetle bu talihsiz kadın bütün erkek akrabalarını katleden bir adama kadınlık 
yapmak zorunda kalmış, belki de bundan dolayı 631 yılında genç yaşta ölmüştür. 


43 


İslam tarihçileri Muhammed'in Hatice (ilk karısı) öldükten sonra sadece güzel ve 
genç ve “çocuksuz” hanımlarla evlendiğini kabul etmektedirler. Büyük İslam âlimi 
Cerir el-Taberi, eserlerinin birinde Muhammed, Hint Bint Ebu Talip (Ebu Talip 
kızı Hint) isimli öz kuzenini kendisine istiyor, fakat Hint'in çocuğu olduğunu 
öğrenince vazgeçtiğini bildiriyordu. Taberi, diğer bir eserinde ise Muhammed, Zia 
bint Amiri (Amir kızı Zia) kendisine istemiştir. Zia peygamberin teklifini kabul 
etmiş, fakat Muhammed Zia'nın çocuğu olduğunu öğrenince evlenmekten 
vazgeçmiştir. 


Sahihliği kabul edilen diğer bir hadiste ise Cerir ibn Abdullah isimli bir kişi ve 
Muhammed arasında söyle bir konuşma geçmiştir: 


Câbir: Babam Abdullah, arkasında yedi yahut dokuz kız bırakıp vefat etti. Bir 
müddet geçince ben bir kadınla evlendim. 


Peygamber: “Evlendin mi ya Câbir?” diye sordu. 

Ben: Evet evlendim! diye cevap verdim. 

Peygamber: “Bakire kız ile mi, yoksa dul ile mi evlendin?” dedi. 
Ben: Dul bir kadınla evlendim, dedim. 


Peygamber: “Kendisiyle oynaşacağın, seninle oynaşacak- - yahut: Kendisiyle 
gülüşeceğin, seninle gülüşecek- bir kızla evlenseydin ya!” buyurdu. 


Kadınlar Arap'ın Allah'ı için sadece seks kölesidir. Tek görevleri erkeklerin cinsel 
isteklerini yerine getirmek ve çocuklarına bakıcılık yapmaktır. 


1- Tecavüz 


Muhammed baskın ve yağmalamalar sırasında ele geçirilen masum kadınların 
tecavüz edilmelerine karşı gelmemiştir. Bir önceki konuda da verilen sahih hadis 
Muhammed'in müritlerinin ellerine geçirdikleri esir kadınlarla cinsel ilişkiye 
girdiklerini ortaya koymaktadır. Üstelik kadınların çoğu ya evli ya da kocaları 
Müslüman savaşçılar tarafından katledilmiş kişilerdi. Bu konu Kur'an'daki 
ayetlerde de kendine yer bulmuş, savaşlarda ele geçirilen kadınların cariye olarak 
kullanılması ilahi bir hak olarak müminlere sunulmuştur. 


Mu'minun 5-6 “Onlar ki, ırzlarını korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin altında 
bulunan cariyeleri bunun dışındadır. Onlarla ilişkilerinden dolayı kınanmazlar.” 


44 


Nisa-24 “(Savaş esiri olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) 
haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah'ın emri olarak yazılmıştır. Bunların 
dışında kalanlar ise, iffetli yaşamak ve zina etmemek şartıyla mallarınızla 
(mehirlerini verip) istemeniz sizehelâlkılındı..................... ý 


Cariye nasıl ediniliyormuş? Büyük oranda savaş esiri olarak, ayet açık. Ayetler ne 
diyor? Ellerinin altında bulunan cariyeler ile ilişkilerinden dolayı kınanamaz. Bu 
kadınlar evli bile olsa istenirse nikâhlanabiliyor bile. 


HADİS: Resulullah (sav)la birlikte Beni'l-Müstalik Gazvesi'ne çıktık. Arap 
esirlerinden çokça esir ele geçirdik. Kadınlara karşı arzu duyduk. Çünkü 
üzerimizde bekârlık şiddet kesbetmişti. Hep azil yapmak istiyorduk ve: “Aramızda 
Resulullah (sav) varken, ona sormadan azil (Boşalmadan penisi çekmek) yapmak 
olur mu?” dedik ve sorduk. “Hayır!” buyurdular. “Bunu yapmamanız gerekir. 
Kıyamete kadar geleceği takdir edilen her canlı mutlaka yaratılacaktır (siz 
tedbirinizle önüne geçemezsiniz).” 


Kaynak: Buhari, Nikâh 96, Büyu 109, Itk 13, Megazi 32, Kader 4, Tevhid 18; 
Müslim, Nikâh 125, (1438); Muvatt 


Savaşlarda esir alınan kadınlar daha savaş devam ederken Müslüman askerlerin 
tecavüzüne uğruyor. Bu Kütüb-i Sitte'den bir hadistir, İslam inancına göre 
doğruluğu tartışmasız kabul edilen bir hadistir. Üstelik Kur'an'ın ilgili ayetleri ile 
de uyumludur. Yukarıdaki sahih hadisten de anlaşıldığı gibi Muhammed'in 
savaşlarda hiçbir suçu olmayan masum kadınların kızların esir alınmasını, 
ırzlarına geçilmesini yani tecavüze uğramalarını sorun etmediği, tam aksine 
uygun gördüğü görülmektedir. Sadece doğacak çocuklarla ilgilenmektedir. Bu 
hadis ve bu hadisle uyumlu Kur'an ayetleri (Müminun-6, Meariç-30, vb.) 
Muhammed'in nasıl bir insan olduğunu ama gerçekte peygamber olmadığını 
ortaya koymaktadır. Ortada olan iktidar mücadelesi, acımasız bir savaş. İslam 
gerçeği ancak böyle özetlenebilir. 


2-İşkence 


Şimdi gene İslam tarihinden örneklerle Muhammed döneminde yapılan 
savaşlarda servet edinmek için yapılanları görelim. Büyük İslam âlimi İbni İshak 
Heyber'in ele geçirilişini ve Muhammed'in karısı Safiye'nin eski kocası Kinane'ye 
yapılan işkenceyi şu sözlerle anlatmaktadır: 


Muhammed, Safiye'nin babası Huyey b. Ahtab'i, ve kocası Kinane b. Ebil 
Hukayk'i, ve kocasının kardeşi Rebi'b. Ebi'l-Hukayk'i esir olarak ele geçirir ve her 


45 


birini, Benü'n Nadir Kavmi'ne âid hazinenin yerini söylemeye zorlar, ve fakat 
onlardan olumlu bir cevap alamaz. Bu sırada Muhammed'in katına gelen 
Yahudilerden biri: “Ben Kinâne'nin her sabah işte şu harabe etrafında dolaştığını 
görüyordum?” diye bilgi verir. 


Muhammed Kinâne'ye sorar, fakat o bilmediğini söylemekte ısrar eder. 
Muhammed harabenin etrafının kazılmasını emreder. Kazı sonucunda hazinenin 
bir kısmı bulunur. Muhammed Kinâne'den hazinenin kalan kısmını sorar fakat 
Kinâne bilmediği söyler. Bunun üzerine Muhammed, Kinâne'yi işkence yolu ile 
söyletmeğe çalışır. Zübeyir b. Avvam adındaki adamına emir verir ve hazinenin 
nerede bulunduğunu söyletmek üzere Kinâne'ye işkence yapılmasını ister. 
Zübeyir elinde tuttuğu bilek kemiği ile Kinâne'nin göğsüne vurur ve ölecek 
dereceye gelinceye kadar onu döver. Bir rivayete göre ateşte kızdırılmış demiri 
onun göğsüne tutar. 


Muhammed Safiye'nin kocası Kinâne'yi öldürttüğü gün Safiye'yi yatağa atmakta 
gecikmemiştir: Nihayet yol üzerinde iken Ümmü Süleym, Safiyye'yi aleyhi's- 
salâtü ve's-selâm için cihazlayıp gece olunca gerdeğe koydu. Artık Nebiyy-i Ekrem 
sallallâhu aleyhi ve sellem güveyi olmuştu. Sabah olunca: “Kimde bir şey varsa 
getirsin.” buyurdu. Kimi yağ, (kimi başka şey) getirdi. (Râvi der ki: Enes) Sevikı 
yâni kavudu da saydı zannederim. Enes der ki: (Hazır olan) cemâat, hays yapıp 
yediler ki, Resülu”llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in velimesi bu olmuş oldu. 


3- Şantaj 
Mâlik bin Avfın Müslüman olması İslam tarihinde şöyle anlatılır: 


Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ona haber veriniz ki, eğer Müslüman olur, 
yanıma gelirse, kendisine ev halkını ve malını geri verir, Ayrıca da yüz deve ihsan 
ederim.” Heyet, haberi kendisine götürünce Mâlik, çıkıp Hz. Resülullahın 
huzuruna gelerek Müslüman oldu. Resül-i Ekrem vadettiği şekilde kendisine ev 
halkını, malını teslim etti, hem de yüz deve ihsanda bulundu. Resül-i Kibriyâ 
Efendimiz yüz deve ihsanından başka, düne kadar en şiddetli düşman olan Mâlik 
bin Avf'ı, kabilesinden Müslüman olanlar üzerine vâli tayin ederek taltif etti. 
Kaynak: Sire, 4:133; Taberi, 3:135, Sire, 4:134; Taberi, 3:136. 


Muhammed'in yaptığına sizce ne denir? Günümüzde bu tarz uygulamaları ancak 
mafyavari örgütlerde görebiliriz, hele bunu yapanın bir peygamber ve sözde 
örnek insan görüldüğünü düşünürsek olay daha iyi anlaşılabilir. 


46 


Zavallı Malik'in karısını, çoluğunu çocuğunu rehin olarak ele geçiren sözde 
peygamber Muhammed, Malik'in Müslüman olmayı kabul etmesine karşılık 
olarak ev halkını, yani ailesini ona geri vermeyi teklif ediyor. Böyle bir herife 
peygamber denebilir mi? Bu nedir? Tebliğ mi, şantaj mı? Sıradan bir insan böyle 
bir teklifte bulunsa, siz bu teklifi yapan kişiyi ne olarak nitelersiniz? 


47 


Muhammed'in Hastalığı 


Muhammed genç yaşlarında yakışıklı biri olarak İslam kaynaklarında anlatılıyor 
ve ayrıca İslami kaynaklarda Muhammed'in fiziksel özellikleri ve görünüşünü şu 
şekilde anlatılıyor: El ve Ayakları iri, dolgun ve kalındı: 


Ali İbn Ebu Talib şunu söylemiştir: “Rasulullah'ın elleri iriydi.” 


Osman İbn Abdilmelik şöyle dedi: Hz. Ali'nin arkadaşlarından olan dayım, bana, 
Hz. Ali'nin şöyle dediğini anlattı: Rasulullahın el ve ayakları dolgundu (kalındı). 


Avucu geniş ve yumuşaktı: 


El-Hasen, dayısı Hind'in şöyle dediğini rivayet etti: “Rasulullahın avuçlarının içi 
genişti.” 


Enes şöyle demiştir: “Ben, Rasulullahın avucunun yumuşaklığını atlasta ve ipekte 
görmedim.” 


Mariye şunu söyledi: “Peygamber'e (s.a.v.) beyat ettiğimde, o güne kadar onun 
elinden daha yumuşak bir ele dokunmamıştım.” 


Kafası büyüktü: 


El-Hasen İbn Ali, dayısı Hind İbn Ebi Halenin şu sözünü rivayet etti: 
“Rasulullahın başı büyüktü.” 


Nafi Ibn Cübeyr şöyle dedi: Ali İbn Ebu Talib, bize, Peygamberi tarif ederken şöyle 
dedi: “Onun başı büyüktü.” 


İri kemik ve iri eklemliydi: 
Hind şöyle demiştir: Rasulullahın bilekleri uzun, mafsalları (eklemleri) kalındı. 
Derisinde Et Parçacıkları: (Peygamberlik Mührü / Hatem-i Nübüvvet): 


Ben Resulullah Efendimizin kürek kemikleri arasında bulunan nübüvvet 
mührünü gördüm. O, güvercin yumurtası büyüklüğünde kırmızımtırak bir yumru 
idi (Et-Tirmizi İmam Ebu İ'sa Muhammed, Şemail-i Şerife, 1.cilt, Hilal Yayınları s. 


36) 
Geniş göğüs ve omuzlar: 


El-Bera İbn Azib şunu söyledi: “Rasulullahın omuzları genişti.” 


48 


El-Hasen, dayısı Hind'in şöyle dediğini anlattı: “Rasulullahın göğsü enli, göğsü ve 
karnı bir seviyedeydi, çıkık değildi.” 


Vücut kasları geniş (enli): 


Et- Teveme'nin mevlası (azadlı kölesi) salih şöyle dedi: Ebu Hureyre, Rasulullahı 
tarif ederken şöyle dedi: “Rasulullah'ın pazıları enliydi.” Parmaklar kalın ve uzun. 


Ali şunu anlattı: “Rasulullah'ın avuç ve ayakları dolgundu, parmakları uzundu.” 
Kavisli burun: 


Hind İbn Ebi Hale şöyle dedi: “Rasulullahın burun kemiğinin ortasında bir kavis 
vardı. Burnunda, ona güzellik veren bir parlaklık vardı. Dikkat etmeyen kimse 
onun burun kemiğinin uzun olduğunu zannederdi.” 


Geniş ağız iri gözler: 


Cabir Ibn Semura şöyle dedi: “Rasulullah geniş ağızlıydı.” Gözler iri: “Mübarek 
gözleri büyük idi.” (İmam-ı Ahmed Kastalani, (Mevahib-i ledünniyye) 


Dişleri seyrek ve aralıklı: 

Cumey” şöyle dedi: “Rasulullah geniş ağızlı ve seyrek dişliydi.” 
İbn Abbas şöyle dedi: Rasululahın Ön dişleri seyrekti. 

Uzun boyun: 


Ümmu Ma'bed Rasulullah'ı tarif ederken şöyle demiştir: “Onun boynunda 
uzunluk vardı.” 


Yüzünde ve cildinde parıltı (yağlanma): 


El-Hasen, dayısı Hind'in şöyle dediğini rivayet etti: “Her türlü büyüklük 
Rasulullah'ta toplanmıştı. Onun yüzü, ayın ondördü gibi parlardı.” 


Kalın saçlar: 


Hz. Aişe şöyle demiştir: “Peygamber tarakla saçlarını taradığında sanki kumlan 
kazırcasına tarardı.” 


Sık (gür) Sakal: 


El-Hasen Ibn Ali, dayısı Hind'in şu sözünü söyledi:”Rasulullahın sakalı sıktı. 
(gürdü)” 


49 
Ali İbn Ebi Talib şunu söyledi: “Rasulullahın sakalı sıktı.(gürdü)” 
Ummu Ma'bed: “Rasulullahın sakalı (sıkıydı) gürdü” 
Gür ses: 


Mübarek sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi. (imam-ı Ahmed 
Kastalani, (Mevahib-i ledünniyye) 


Vücudunda sertlik ya da kireçlenme belirtileri: 


Yana ve geriye bakacağı zaman bütün bedeni ile dönüp bakardı (İmam-ı Ahmed 
Kastalani, (Mevahib-i ledünniyye) 


Yürürken öne doğru eğilme: 


Peygamberimiz önüne bakarak, süratle yürürdü. (Imam-ı Ahmed Kastalani, 
(Mevahib-i ledünniyye) Yürüdüğü zaman adeta yukarıdan aşağı iniyormuş gibi 
kuvvetli adımlarla yürürdü (Tirmizi, Es-semailul Muhammediye). 


Cildinin rengi beyaz ve Kırmızımsı: 
Hz. Ali şunu söyledi: “Rasulullah'ın (s.a.v.) rengi, kırmızılığı bulunan beyazdı.” 
Korkunç görünüm: 


Resulullah efendimizi ansızın gören kimseyi korku kaplardı. (İmam-ı Ahmed 
Kastalani, (Mevahib-i ledünniyye) 


Parfüm düşkünlüğü: 


Gerçekten ben Resulullahı misk sürünürken gördüm. Yoksa o koku değil miydi?” 
(Nesai, Hacc,231, (5, 277); İbnu Mace, Menasik 70, (3041).] 


Aişe anlatıyor: “Resulullaha, ihrama gireceği zaman (ihrami için), keza ihramdan 
çıktığı zaman da Kâbe'yi tavaftan önce hilli için, içinde misk bulunan sürünme 
maddesini su iki elimle sürdüm.” (Buhari, Hacc 18, 143) 


Baş ağrısı ve şiddetli ateş: 


Âişe anlatıyor: Peygamber'in baş ağrısı ve şiddetli ateşi vardı: “Yâ Âişe Senin 
değil, asıl benim vay başım. Senin başının ağrısı geçer gider. Baş ağrısı, 
benimkidir.” 


Kaynak: Fıkhu's -Sire & Hilye-i Saadet (Resulullahın Görünüşü). 


50 


Tüm bunlar Akromegali hastalığının belirtileridir. Peki Akromegali nedir? Hipofiz 
bezinin aşırı büyüme hormonu salgılaması sonucu gelişen bir hastalıktır. 
Akromegali hastalığında iskelet, yumuşak doku ve iç organlar aşırı ölçüde büyür. 
Büyüme özellikle el, ayak ve yüz çıkıntılarında belirgindir ve hastaya tipik bir 
görünüm verir. Akromegali Hastalığı Belirtileri Hastalığın ilk görüşte tanınmasını 
sağlayan özgün belirtisi vücudun uç noktalarının büyümesidir. El ve ayaklar 
iridir. 

Abartılı bir şekilde genişleyen el parmakları sosis gibidir. Parmak uçları 
dikdörtgen bir biçim alır. Burun iri ve şiş, üzeri tüylü ve gözeneklidir. Elmacık 
kemikleri, alın yayı, çene ve çene köşelerinin, kaşın genişlemesi hastaya 
akromegaliye has bir yüz görünümü verir. Yüzün boyuna doğru uzamasıyla 
normal oranlar kaybolur. Yüzün alt yansı belirgin bir şekilde uzar. Kafa ense 
yönünde büyüme gösterir. Çene öne çıkar (prognatizm). Çenenin genişlemesiyle 
diş yuvaları birbirinden uzaklaşır. 


Bütün bu değişiklikler çok yavaş ve başlangıçta hiç belirti vermeden gelişir. Hasta 
genellikle olayı rastlantı sonucu fark eder. Yüzüğünün parmağına girmediğini, 
ayakkabılarının giderek sıktığını, eldiven ve şapka ölçülerinin arttığını görür. 
Akromegali'nin bu belirtilerine genellikle baş, şakak ve elmacık kemikleriyle kol 
ve bacaklarda duyulan ağrılar öncülük eder. Yorgunluk ve bezginlik duygusu ön 
plandadır. Halsizlikle birlikte ruhsal bozuklukların, şaşkın, cansız, anlamsız 
bakışların eşlik ettiği bir ruh hali (apati) ve elemli davranışlar görülür. Yumuşak 
dokular da büyümeden etkilenir. 


Özellikle altdudaklar, dil ve dış eşey organları kalınlaşır. İskelet büyümesi 
sonucunda köprücük kemiği, kaburgalar, kürekkemikleri, el ve ayak kemikleri 
çıkıntılı, köşeli bir biçim alır ve kalınlaşır. 


Eklem yerlerinde aşın esneklik gelişir. İstenirse el parmaklan ön kola paralel 
olacak kadar geriye bükülebilir. Bunun nedeni eklem kılıfının genişleyerek 
rahatlamasıdır. Gırtlak kıkırdakları ve ses tellerinin genişlemesi sonucunda ses 
gürleşir ve kalınlaşır. Kas sistemindeki büyümeyle birlikte önceleri güç artışı da 
görülür. Ama sonradan bunun kas dokusundaki yağlanmaya bağlı yalancı bir 
büyüme olduğu anlaşılır. İyice büyüyen dil çiğneme ve konuşma bozukluklarına 
neden olur. Deri katmanlarının da büyümesi (hipertrofı) ile deri kalınlaşır, 
derialtı dokularının kütlesi artar. 


51 


Genişleyen ter bezleri deriye nemli ve yağlı bir görünüm verir. Saç telleri 
kalınlaşır, saçlar nemlidir. Bazen yüzde de görülen yaygın kıllanma başlar. Bu, 
kadınlarda, vücut ölçülerinin de kalınlaşmasıyla erkeksi bir görünüme neden olur. 


Diğer belirtiler: 


1- Terleme ve vücut kokusu (Muhammed'in parfüm düşkünlüğünü anlatan 
belirti) 


2- Ellerde ve ayaklarda büyüme (Muhammed'in iri elleri ve ayakları) 


3- Ciltte kalınlaşma ve Yağlanma, sivilcelenme (Muhammed'in cildindeki 
parlaklığın nedeni) 


4- Seste kalınlaşma (Sesi, kimsenin sesinin yetişemediği yere yetişirdi.) 


5- Dil, dudaklar, burunda büyüme (Muhammed'in burnunda kanca şeklinde 
büyüyen kemik) 


6- Horlama (Muhammed'in horladığına dair birkaç hadis mevcut fakat doğruluğu 
tartışılır) 


7- Baş ağrısı (Muhammed'in son günlerinde iyice artan baş ağrısının nedeni) 

8- Erkeklerde iktidarsızlık (Muhammed'in ilerleyen yaşlarında iktidarsız olma 
ihtimali) 

9- Yumuşak doku (Muhammed'in ellerinin, avuç içinin ve ayakaltının 
yumuşaklığı) 

10- Deri dokusunda küçük fazlalıkların oluşması (Muhammed'in peygamberlik 


mührü dediği sırtındaki küçük et parçası) 


11- Kalınlaşmış kaburgalar sayesinde fıçı göğüs oluşumu “göğüs şişmesi” 
(Muhammed'in geniş göğsünün nedeni) 


Muhammed'in peygamberlik mührü denilen sırtında, güvercin yumurtası 
büyüklüğünde et parçası, aslında deri dokusunda küçük fazlalıkların 
oluşmasındandır. Yani Akromegali hastalığı belirtisinden başka bir şey değildir. 


Cabir b. Semüre anlatıyor: “Ben Resulullah Efendimizin kürek kemikleri arasında 
bulunan nübüvvet mührünü gördüm. O, güvercin yumurtası büyüklüğünde 
kırmızımtırak bir yumru idi.” 


52 


Ebu Nadre anlatıyor: “Mübarek sırtlarında gül tomurcuğu gibi bir et parçası, iki 
küreği arasında peygamberlik mührü yer alıyordu. Bu mühür sağ omzuna daha 
yakındı.” 


Muhammed “Yan'a ve geriye bakacağı zaman, bütün bedeni ile dönüp bakardı” 
(İmamı Ahmed Kastalani - Mevahibi ledünniyye). 


Muhammed bir yöne dönerken, neden tüm vücudu ile dönüyordu? Sebebi, el- 
bilek kanalı hastalığı. Bazen bu hastalık başka bir hastalığın parçası olarak 
karşımıza çıkabilir. Diabetes Mellitus, Hipotiroidizm, Akromegali, Romatoid 
Artrit. 


Nasıl teşhis konulur? Tanı, şikayetlerin ayrıntılı öyküsü ve bu duruma yol açacak 
diğer nedenlerin araştırılmasıyla konulur. Boyun fıtığı ve kireçlenmesi tanısı 
konan hastaların birçoğunda el-bilek kanalı hastalığı da mevcut olup, bu duruma 
çift darlık adı verilir. Hem boyunda omurilik ve sinir kökü sıkışır, hem de el bileği 
kanalı darlığı oluşur. 


Elbette içinizde bu söylenenlere “hadisler yalandır” deyip hatta küfür edenler 
olacak, fakat şunu belirtmeliyim ki, hadisler İslam'ın Kur'an'dan sonra 2. ana 
dayanağıdır ve bunu bizim gibi dinsizler değil, İslam âlimi diye bilinen hatta 
devlet tarafından maaş ödenen ve dinliler tarafından çok büyük saygı gören 
kişiler söylemiştir. Bu yüzden hadislerin ne olduğunu ve sahihliğini İslam âlimi 
diye bildiğiniz kişilere sorun, elbet size cevabını sadece okuyan, sorgulayan ve 
araştıran kişilerin bildiği hadisler konusunda verecek bir cevapları vardır. 


53 


Gelini ile Evlenen Bir Ahlak Timsali(!) 


Evlât edinme, herhangi bir sebeple çocukları olmayan ailelerin ya da çocukları 
olup da evlât edinerek çocuk sevgisini daha fazla pekiştirmek isteyen eşlerin aile 
yuvasından mahrum olan çocukları ailelerine katmak suretiyle korunmasını 
sağlayan bir müessesedir. 


Bu müessese, pek eski zamanlardan beri, çeşitli hukuk sistemlerince kabul 
olunmuş ve özel düzenlemelere tâbi tutulmuştur. Gerçekten de, bu müessese Eski 
Çin, Hint, Babil, Asur, Sümer, Mısır, İran, Yunan ve Roma hukuk sistemlerinde 
bilinmekteydi. Tarihi bilgiler, İslamiyet'ten önceki Türk kavimlerinin, Barbarların 
ve Cermenlerin evlât edinmeyi tanıdıklarını göstermektedir. 


İslam öncesi Arap toplumunda da bu müessese mevcuttu. Evlat edinilen çocuk 
için Kâbe önünde onu öz evlat gibi kabullendiğine dair yemin edilir, evlatlık aynı 
diğer çocuklarla eşit şekilde mirasa dâhil edilir ve evlat edinen, evlatlığa soyadı 
gibi kullanılan baba ismi yerine kendi ismini verirdi. 


Nitekim Muhammed de Zeyd'i bu şekilde evlat edinmiş ve “Ey Arap kavmi! 
Bundan sonra Zeyd'i Muhammed'in oğlu diye çağırın.” diyerek Zeyd Bin Harise'yi 
Zeyd Bin Muhammed olarak kabullenmişti. Hatice'nin 8 yaşında iken Ukaz 
Panayırı'ndaki köle pazarından satın aldığı Zeyd, 11 yaşından itibaren artık 
Muhammed ve Hatice'nin oğlu idi. Zeyd, ilk Müslümanlardan biri olmanın 
yanında Ebu Talib'in ölümünden sonra himayesiz kalan Muhammed'in Hatice'nin 
akrabalarının çok olduğu Taif'e sığınmasında ona eşlik etmiş, peygamberlik 
iddiaları karşısında Muhammed'i taşlayan Taiflilere karşı ona siper olmuş, kan 
revan içinde kalarak ağır yaralanmıştı. 


Genç Zeyd'in ilk evliliği Muhammed'e dadılık yapmış olan kendinden yaşlı Ümmü 
Eymen ile oldu. Ondan Usame doğdu. Zeyneb, Muhammed'in halasının kızıydı. 28 
yaşındaydı ama bekârdı. Muhammed, Ümmü Eymen'in yaşlılığından dolayı 2. bir 
eş almak isteğini kendisine ileten Zeyd'le, önce itiraz edip sonra ikna olan 
Zeyneb'i evlendirdi. Ama geçinmeleri fazla uzun sürmedi, evlilikleri huzursuzlaştı. 


Bu sıralarda Muhammed'in Zeyd evde değilken Zeyneb'in evine yaptığı ziyaretle 
Tebenni Olayı vuku buldu. Taberi tarihinde bu ziyaret şöyle geçer: “Tanrı elçisi 
günün birinde Zeyd'i aramak üzere onun evine gelir. Kapıda yünden örülmüş bir 
perde asılıdır. Peygamber kapının önündeyken rüzgâr perdeyi kaldırır. O anda 


54 


Zeyneb içeride çıplak olarak bulunmaktadır. Tanrı elçisinin gözü ona ilişir, 
güzelliği hoşuna gider ve kalbinde iz bırakır. Akşam olup da Zeyd eve gelince, 
Zeyneb ona Peygamber'in geldiğini söyler. Zeyd, “Eve girmesini rica etmeli idin” 
der. Zeyneb, “Eve girmesini rica ettiysem de girmedi.” der. Zeyd, “Peki ayrılırken 
bir şey söylemedi mi?” der. Zeyneb, “Kalpleri değiştiren Allah kutludur, dedi” der. 
Bu söz üzerine Zeyd, Muhammed'in Zeyneb'e âşık olduğunu ve onunla evlenmek 
isteyebileceğini düşünerek, onun yanına gider ve “Ey Tanrı elçisi, evime geldiğini 
söylediler, babam ve anam sana feda olsun, eve girmeliydin. Zeyneb hoşuna 
gitmiş olabilir, eğer hoşuna gittiyse hemen boşarım” der. Muhammed, “Karın 
hakkında bir şüpheye mi düştün?” diye sorar. Zeyd, “Ey Tanrı elçisi, hiçbir 
hususta ondan şüphelenmedim ve ondan hayırdan başka bir şey görmedim” der. 
Muhammed ona, daha sonra Ahzab Suresi'nin 37. ayetinde de bahsi geçen “Eşini 
tut, Allah'tan kork” sözlerini sarf eder. Ancak her şeye rağmen Zeyd, ne 
düşündüyse Zeyneb'i boşar.” Bu ziyaretten sonra Zeyneb şöyle der: “Resul-ü 
Ekrem hazretlerinin beni görüp beğenmesinden sonra Zeyd benimle evlilik 
münasebetinde bulunmadı.” Bundan sonra bu konuyla ilgili Ahzab ayetleri 
gelmeye başlar. Ahzab-4: “Allah, bir adamın içinde iki kalp yaratmadığı gibi, 
«zıhâr» yaptığınız eşlerinizi de analarınız yerinde tutmadı ve evlâtlıklarınızı da öz 
oğullarınız olarak tanımadı. Bunlar sizin ağızlarınıza geliveren sözlerden ibarettir. 
Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir.” Bu ayetle birlikte Arap 
toplumunun çok önemli bir geleneğinin tanınmadığı, bu hukuki âdetin boş söz 
olduğu ilan ediliyor ve evlatlıkların öz oğul sayılamayacağı bildiriliyordu. 
Tanınmayan sadece Arap toplumunun âdeti değildi. Kuran'a göre Mısır 
toplumunun âdeti de tanınmamış oluyordu. 


“asâ en yenfeanâ ev nettehızehu veleden” ifadesi hem Yusuf hem de Kasas 
surelerinde geçer. Anlamı “Belki bize faydası olur ya da onu evlat ediniriz”dir. Bu 
evlatlıkların biri Yusuf, diğeri de Musa peygamberdir. Yusuf-21: “Onu satın alan 
Mısırlı kişi, hanımına dedi ki: “Ona iyi bak. Belki bize yararı dokunur veya onu 
evlat ediniriz.” İşte böylece biz Yüsufu o yere (Mısır'a) yerleştirdik ve ona 
(rüyadaki) olayların yorumunu öğretelim diye böyle yaptık. Allah, işinde galiptir, 
fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” Kasas-g: “Firavun'un karısı şöyle dedi: 
“Bana da, sana da göz aydınlığı (bir çocuk)! Sakın onu öldürmeyin. Belki bize 
faydası dokunur, ya da onu evlat ediniriz.” Oysaki onlar (olacak şeylerin) farkında 
değillerdi.” Nedense Allah ne Yusuf döneminde evlatlığa karşı çıkmıştı ne de Musa 
döneminde. Ahzab-5 ayetiyle ilk adım tamamlandı ve Zeyd bin Muhammed, 
tekrar Zeyd Bin Harise'ye dönüştü. 


55 


Ahzab-5: “Onları babaları namına çağırınız, Allah yanında o daha doğrudur, eğer 
babalarını bilmiyorsanız dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdırlar. Yanılarak 
yaptıklarınızda size vebal yok; fakat kalplerinizin bile bile yöneldiğinde günah 
vardır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” 


Evlatlığın reddi ayetleri, işin içinde Zeyneb olmasa belki tartışılabilirdi, doğruluğu 
yanlışlığı irdelenebilirdi. Yanlış da bulunsa, hiç olmazsa Zeyneb'e bağlanmaz, o 
sebepten reddedildiği düşünülmezdi. Ama bu çok doğru ve topluma yararlı, 
kimsesiz çocuklar için hayırlı olan kural, Muhammed hazretlerinin Zeyneb 
tutkusu yüzünden bozulmuştu. Bu sıralarda Zeyd, Zeyneb'den boşanır. 
Muhtemelen “Eşini yanında tut” diyen efendisinden boşanma iznini alabilmiş ve 
sırtındaki bu ağır yükten, başındaki bu beladan kurtulmuştur. Çünkü müminlerin 
annesi Sayılacak olan biri ile evli olması, annesi yerine karısı olması Zeyd için bir 
musibettir. Muhammed ayetlerle, Zeyneb de boşanma ile özgür olmuş, 
evlenmeleri önünde bir engel kalmamıştır. Ve 2. adımda bu evliliği duyuran ayet 
gelir: 


Ahzab-37: “Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye, eşini 
bırakma, Allah'tan sakın diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. 
İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd 
eşiyle ilgisini kesince onu seninle evlendirdik ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini 
kestiklerinde onlara evlenmek konusunda mü'minlere bir sorumluluk olmadığı 
bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir.” 


Muhammed, Zeyneb'e gider ve nikâhlarını Allah'ın kıydığını haber verir. Ama 
toplum ilk kez karşılaştığı bu duruma ne tepki verecek, üstelik bir peygambere 
bunu nasıl yakıştıracaktı? 


Muhammed'in evlatlığının boşanan eşiyle yani kendisine baba diyen eski geliniyle 
evlenmesi toplumda infial uyandırır. Evlatlığın reddi ayetlerinin sebebi belli 
olmuş, vehbinin kerrakesi anlaşılmıştır. Tepkiler ve dedikodular yayılır. Bunun 
üzerine tehdit içeren Ahzab ayeti gelir: 


Ahzab-60: “Andolsun ki, eğer o münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve 
şehirde yalan haberler yapıp tahrikte bulunanlar vazgeçmezlerse, mutlaka seni 
kendilerine musallat kılarız sonra orada çevrene pek az yanaşabilirler.” 


Ahzab-4 ayetiyle bildirilen evlatlıkların öz oğul gibi olamayacağı ifadesi, 
toplumdaki Zeyd için söylenen “Babası, eşiyle evlendi” sözlerine karşı tekrar 
Ahzab-40 ile vurgulanır: 


56 


Ahzab-40. Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, 
Allah'ın Resülü ve nebilerin sonuncusudur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir. 


Bu ayetle, deyim yerindeyse Muhammed, bir taşla iki kuş vurmuştur. Hem hiçbir 
erkeğin babası olmadığını söyleyerek, Zeyd'in babası sayılmayacağını bildirmiş, 
hem de peygamberlerin sonuncusu olduğunu öne sürerek kendinden sonra 
peygamberliğe kapıları kapatmıştır. 


Tebenni olayına tepkiler: 


744 - Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) demiştir ki: “Eğer Hz. Peygamber kendisine 
inen vahiyden bir şey gizleseydi Ahzab-37 ayetini gizlerdi. Nitekim Hz. 
Peygamber, Zeyneb'le evlenince: “Oğlunun helâllığıyla evlendi” dediler. Bunun 
üzerine Cenab-ı Hakk Ahzab-40 ayetini gönderdi. Resülullah, Zeyd'i küçükken 
evlât edinmişti. Büyüyüp delikanlı oluncaya kadar yanında kaldı. Herkes onu Zeyd 
İbnu Muhammed diye çağırıyordu. Bu sebeple Cenab-ı Hakk Ahzab-5 ayetini 
gönderdi. Tirmizi, Tefsir, Ahzâb (3206);Müslim, İman 287, (177);Buhâri, Tevhid 
22. 


Tebenni olayıyla birlikte iki ilke imza atılmıştır. Birincisi, sözde Allah ilk defa 
birisinin, bir peygamberinin nikâhını kendi kıymıştır. Bu nikâh için ne şahit 
gerekmiştir ne de eşlerin rızası, evlilik şartları, mehir vs. İkincisi, ilk kez bir 
toplumda evlatlığının boşanan eşiyle evlenmesi gerçekleşmiştir, hem de bir 
“peygamber” eliyle. 


Nikâhlarını Allah'ın kıydığını övünerek şöyle aktarır Zeyneb: 


“Şüphesiz Allah Taala beni Peygamber ile göklerde nikâh etti. Çünkü, 
“Zevvecnakeha - Biz seni Zeyneb'le evlendirdik” Buyurdu.” Sahih-i Buhari/ 
Kitabu't-Tevhit/7291-49 


Bir hadise göre: Muhammed nerede ilgisini çeken güzel, bir kadın görse, hemen 
eve gider; Zeyneb'le yatardı. Böylece şehvetini giderirdi. 


Câbir İbn Abdullah anlatıyor: 


- “Peygamber bir kadın gördü; hemen Zeyneb'e gitti. Ki Zeyneb o sırada bir 
derisini ovup işliyordu. Peygamber hemen cinsel ihtiyacını gördü. Sonra 
arkadaşlarının yanına çıktı. Ve şöyle konuştu: - Kadın, şeytan biçiminde çıkar 
karşıya. Ve yine şeytan biçiminde dönüp gider. Bu nedenle sizden herhangi biriniz 
bir kadın gördü mü, hemen karısına gidip onunla yatsın. Çünkü bu (cinsel ilişki), 
o kişinin içindekini (kabaran şehvetini) söndürür.” 


57 


Müslim, €s- Sahih, Kitabu'n-Nikâh/9-10, hadis no: 1403; Ebu Davud, Sünen, 
Kitabu'n-Nikâh/44, hadis no: 2151; Tirmizi, Sünen, Kitab'r-Rıdâ'/9, hadis no: 
1158. 


Tebenni Olayıyla birlikte İslam toplumlarında evlatlık müessesesi büyük zarar 
görmüştür. Evlat edinme yasaklanmıştır. Kimsesiz çocuklara bakılabileceği ise 
şartlara bağlanmıştır. Mirastan pay almaları imkânı ortadan kaldırılmıştır. 
Örneğin çocuğu olmayan bir ailenin bir bebeği evlatlık edindiğini, büyütüp 
yetiştirdiğini, öz çocukları gibi onu sevdiklerini düşünelim. Başka çocukları da 
yoksa ölümlerinden sonra miraslarından o evlat edindikleri çocuk yararlanamıyor 
ama hiç sevmedikleri uzaktan akrabaları miraslarına konabiliyorlar. 
Toplumumuzda ise bu dini gerçek bilinmiyor ve evlat edinme müessesesi 
yürüyor. Dini programlarda, camilerdeki hutbelerde toplumun dini duyguları 
sarsılmasın diye evlatlık konusuna pek girilmiyor. 


58 


Muhammed'in Büyük Aşkları 


Muhammed'in İlk Aşkı Fahite 


Muhammed 20 yaşlarında iken Amcası Ebu Talib'in kızı Fahite evlenme çağına 
girmiş güzel bir kızdı. Fahite daha sonra Ümmü Hani adını almış ve bu adla 
tanınmıştır. Muhammed ile Fahite arasında büyük bir aşk doğmuştu. 
Muhammed, Fahite'yi babasından istedi. 


Ancak Ebu Talib'in kızı için başka planları vardı. Mahzum kabilesinden dayısının 
oğlu Hubeyre'de Fahite'yi istemişti. Hubeyre önemli bir kişiliğe sahip olmanın 
yanında Ebu Talib gibi iyi bir şairdi de. Üstelik Mekke'de Mahzum kabilesinin 
gücü ve itibarı günden güne artıyordu. Tersine Haşimilerin gücü ise azalıyordu. 
Bunları dikkate alan Ebu Talib, kızını Hubeyre ile evlendirmeyi daha uygun buldu. 


Muhammed bu duruma çok içerledi ve amcasına sitem etti. Ebu Talib'in cevabı 
ise annesini kastederek; “Onlar bize kızlarını verdiler, cömert adama cömertlik 
yapmalı” oldu. Bu cevap Muhammed'i tatmin etmedi. Çünkü dedesi 
Abdulmuttalib, Atike ve Berre isimli kızlarını daha önce Mahzum kabilesine 
vererek borcunu ödemişti zaten. Muhammed, amcasının asıl düşüncesinin 
kendisini evliliğe uygun ve hazır konumda olmadığı ve Hubeyre'yi kendisinden 
daha üstün gördüğü şeklinde olduğunu anlamıştı. 


Bu durum Muhammed'i çok üzdü ve hırslandırdı. Artık hedefleri ve planları vardı. 
Öncelikle yoksulluktan, parasızlıktan, sonra da ümmilikten kurtulacaktı. 


Muhammed ile Hatice'nin Aşkı 


Muhammed'in ilk aşkına kavuşamamasının ardından kabuğunu kırdığını 
görmekteyiz. Örneğin Hilfwl Fudul teşkilatı içinde yer alması ve Ficar savaşlarına 
yani savaşılması yasak olan haram aylarında yapılan savaşlara katılması bunun 
göstergesidir. Hilfu’l Fudul içindeki etkinlikleri Muhammed'in çevresinin 
gelişmesini ve tanınmasını sağlamıştır. Bu sayede iş bulma imkânı bulmuş artık 
aylaklıktan ya da çobanlıktan kervan korumacılığına ve ticarete geçiş sağlamıştı. 
Bu dönemde Kureyş'in zengin dullarından Hatice'nin kervan ticareti işinde 
çalışmaya başlamıştı. Hatice bilgili ve otoriter bir kadındı. Ama aşk hayatı iş 
hayatı kadar şanslı geçmemişti. Hatice, ilk önce Varaka ibn-i Nevfel'e nişanlanmış 
ancak nikâh yapılmamıştır. İkinci kez künyesi Ebu Hale ve ismi İbn-i Nebbaş olan 
bir zat ile nikâhlanır. Ebu Hale'nin vefatından sonra Atik ibn-i Abid ile evlenir. 


59 


Atik'in de vefatından sonra amcaoğlu Sayfi ibn-i Umeyye ile evlenir. Onun da 
ölümü üzerine dul kalır. 


Yaşça Muhammed'den oldukça ileriydi. Aralarında yaklaşık 15 yaş fark vardı. Ama 
varlık olarak Muhammed'in hayal dahi edemeyeceği bir zenginliğe sahipti. Ve 
yakınlaşma, Hatice'nin cariyesi ile haber gönderip teklif iletmesiyle evliliğe 
dönüştü. 


Hatice'nin önceki evliliklerinden her birinden birer çocuğu olmuştu. Hind isimli 
kız ile Hind ve Muhammed isimli oğlan çocukları. Dördüncü evliliği olan 
Muhammed'den ise 6 çocuğu olur. Kasım ve Abdullah isimli erkek çocukları 
küçük yaşta ölürler. Zeyneb, Rukiyye, Ummü Külsüm ve Fatime de kız 
çocuklarıdır. Bu kızlardan Ümmü Külsüm ve Rukiyye önce Ebu leheb'in 
oğullarıyla evlendirilir. Tebbet suresi nedeniyle boşandıktan sonra Osman'a 
verilirler. Fatma da amcaoğlu Ali ile evlendirilir. Zeyneb ise kervan ticareti yapan 
teyze oğlu Ebu'l As ile evlendirilir. Ebu'l As putperesttir ve Müslümanlara karşı 
savaşanların yanında yer alır. Esir düşer, fidye ile kurtulur. Daha sonra kervanı 
Müslümanlarca baskına uğrar ve tekrar esir alınır. Karısı tarafından kurtarılır. 
Son dönemde Müslümanlığı kabullenir. 


Muhammed'in Hatice ile beraberliği 23-24 yıl sürer. Hicretten önce Hatice vefat 
eder. O dönem namaz şartı gelmediğinden cenaze namazı kılınmadan defnedilir. 
Tüm mirası da Muhammed'e kalır. 


Bu arada Suudilerin Hatice'nin evini yıkıp yerine umumi tuvalet yaptırdıklarını 
belirtelim. 


Bunu ister servet aşkına, ister gönül aşkına yorumlayın, Hatice Muhammed'in 
aşklarından biriydi ve en uzun, en düzeyli, en verimli beraberliği idi. 


Muhammed'in Aişe Aşkı 


Hatice'nin ölümünden sonra Muhammed'e evlenmesi konusunda telkinde 
bulunulunca “kiminle evleneyim?” diye sordu. “Kız da var dul da, ister Sevde'yi al, 
ister Aişe'yi.” denilince ikisini de almak istediğini bildirdi. Sevde 50 yaşlarında, 
Aişe ise henüz 6 yaşında idi. İlginç olan ise Aişe ile birlikte evlendiği Muhammed, 
birkaç yıl sonra çok yaşlandığı için kendisini boşamak isteyecek, sırasını Aişe'ye 
vererek evliliğini kurtarabilecekti. Muhammed'in Sevde'yi kendisine ve çocuklara 
baktırmak, ev işleri vs. için aldığı açıktır. Ama Aişe için bunu söyleyemeyiz. Aracı 
kadın Hule, Aişe'nin babası Ebubekir'e gidip Muhammed'in isteğini iletir. Aişe, 
daha önce putperestlerden biri ile nişanlandırılmış, nişanı yeni bozulmuştu. 


60 


Muhammed ile Ebubekir söz kardeşi olmuşlardı ve Kureyş'te söz kardeşleri ve 
çocukları arasında nikâh caiz sayılmıyordu. “Biz onunla söz kardeşiyiz, bu 
mümkün değil” diyerek isteği geri çevirdi. Muhammed, “Biz onunla din 
kardeşiyiz. Din kardeşleri arasında nikâh caizdir” diyerek tekrar istetti. 620 
yılında Aişe ile nikâhlandı. Hicretten sonra Ebubekir haber göndererek Aişe'yi 
neden hala almadığını sorar. O dönemde Aişe uzun müddet hastalıklarla 
boğuşmuş, tüm saçları dökülmüş, henüz iyileşmişti. Muhammed, mehir bedelini 
ödemeye para bulamadığını söyleyince, Ebubekir ödünç olarak 500 dirhem verir. 
Böylece, Aişe 9 yaşında iken gerdeğe girer. Buluğa ermesini beklediği söylemleri 
doğru değildir. Araya hicret girdiğinden, Aişe'nin hastalığı ve mehir parası 
bulamama sorunları girdiğinden zifaf gecikmiştir. 


Muhammed'in Aişe'yi ne tür bir aşkla sevdiğini ve evlenmek istediğini açıklamak 
zor. Bunu bir aşk olarak değil, pedofili olarak gören olduğu gibi, çocuk yaşta alıp 
eğitmek ve İslam'a bir öğretmen yetiştirmek amacı olarak sunanlar da var. 
Kimilerine göre ise Aişe'yi 3 kez rüyasında görüp âşık olmuştur. Aişe'nin en 
önemli özelliği Muhammed'in evlendiği eşleri arasındaki tek kız oluşudur. O 
nedenle Muhammed'in gözünde bu aşkın değeri büyüktür. 


Muhammed ile Gelini Zeyneb 


Muhammed'in en sansasyonel, en tepki çeken aşkı Zeyneb'dir. 6 yaşındaki Aişe'ye 
âşık olması yadırganmamıştır ama Zeyneb kolay kabullenilmemiştir. Çünkü 
Zeyneb evlatlığının karısıydı ve Kureyş âdetlerine aykırıydı bu evlilik. O nedenle 
Zeyneb'e nikâh kıymamış, nikâhlarını Allah'ın kıydığını söylemiştir. 


Bu konuyu İslam tarihçisi Taberi şöyle anlatır: 


“Peygamber günün birinde Zeyd'i aramak üzere onun evine gelir. Kapıda yünden 
örülmüş bir perde asılıdır. Peygamber kapının önündeyken rüzgâr perdeyi 
kaldırır. O anda Zeyneb içeride çıplak olarak bulunmaktadır. Peygamberin gözü 
ona ilişir, güzelliği hoşuna gider ve kalbinde iz bırakır. Akşam olup da Zeyd eve 
gelince, Zeyneb ona Peygamberin geldiğini söyler. Zeyd, “Eve girmesini rica 
etmeli idin” der. Zeyneb, “Eve girmesini rica ettiysem de girmedi.” der. Zeyd, 
“Peki ayrılırken bir şey söylemedi mi?” der. Zeyneb, “Kalpleri değiştiren Tanrı 
kutludur dedi” der. Bu söz üzerine Zeyd, Muhammed'in Zeyneb'e âşık olduğunu 
ve onunla evlenmek isteyebileceğini düşünerek, onun yanına gider ve “ya 
Resulullah, evime geldiğini söylediler, babam ve anam sana feda olsun, eve 
girmeliydin. Zeyneb hoşuna gitmiş olabilir, eğer hoşuna gittiyse hemen boşarım” 
der. Muhammed, “Karın hakkında bir şüpheye mi düştün?” diye sorar. Zeyd, “Ya 


61 


resulullah, hiçbir hususta ondan şüphelenmedim ve ondan hayırdan başka bir şey 
görmedim” der. Muhammed ona, daha sonra Ahzab Suresi'nin 37. ayetinde de 
bahsi geçen “Eşini tut, Allah'tan kork” sözlerini sarf eder. Ancak her şeye rağmen 
Zeyd, ne düşündüyse Zeyneb'i boşar. 


Bu boşanmanın ardından, Muhammed kendisine Ahzab-37 ayetinin geldiğini 
söyler. 


“Resulüm, hani Allah'ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye, 
“Eşini yanında tut, Allah'tan kork” diyordun. Allah'ın açığa vuracağı şeyi, 
insanlardan çekinerek içine gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah'tır. 
Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karıları 
ile ilişkilerini kestiklerinde müminlere bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine 
getirilmiştir.” 


Bu ayeti bildirerek Zeyneb'le gerdeğe giren Muhammed hakkında Aişe'nin 
anlatımıyla insanlar “Oğlunun helaliyle evlendi” diye eleştiri getirince 
Muhammed Ahzab-40'ı bildirir: 


Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın 
Resülü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. 


İslami görüşe göre, “Muhammed, aslında Zeyneb'e âşık olmamıştır çünkü Zeyneb, 
onun halası Ümeyne binti Abdulmuttalib'in kızıdır ve kendisinin evine Zeyneb, 
Zeyd ile evlenmeden önce birçok kere girip çıkmıştır, isteseydi Zeyneb'i, Zeyd ile 
evlendireceğine kendisi onunla evlenirdi.” denir. 


Bunun yanıtını hadiste Muhammed vermektedir zaten. “Kalpleri değiştiren Tanrı 
kutludur” diyerek. Yani Zeyneb'i yarı çıplak gördükten sonra gönlü ona kaymıştır. 
Asıl yanıtı ise Ahzab-37'de geçen şu söz verir: 


“Allah'ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içine gizliyordun.” 


Artık Zeyneb, Aişe'nin en büyük rakibidir. Ve eşler arasındaki rekabet yeni bir 
boyut kazanır. 


Konunun çok uzamaması için Muhammed hazretlerinin 2. derece aşklarını ele 
almayacağız. Hayatındaki 20'den fazla kadının hepsine âşık değildi zaten. Ama 
cariyesi Mariya ile Cüveyriye ve Safiye'nin isimlerini anmadan geçmek olmaz. 
Üstelik cariyesi Mariya, ona İbrahim adlı bir erkek oğul dahi vermiş ama küçük 
yaşta ölmüştür. 


62 


Muhammed Miraç'a Burak ve Refref ile 
Aktarmalı Çıktı 


“Mirac (g!x-) Arapçada merdiven, yukarı çıkmak, yükselmek anlamlarını dile 
getirir. İslam'da Muhammed'in göğe yükselerek Allah'ın huzuruna kabul edilmesi 
olayı. Miraç olayı hicretten bir yıl ya da on yedi ay önce Receb ayının yirmi yedinci 
gecesi gerçekleştiği iddia edilir. Olayın iki aşaması vardır. Birinci aşamada 
Muhammed Mescidül-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'ın 
andığı bu aşama, gece yürüyüşü anlamında İsra adını alır. İkinci aşamayı ise 
Muhammed'in Beytü”-Makdis'ten Allah'a yükselişi oluşturur. Miraç olarak anılan 
bu yükselme olayı Kur'an'da anlatılmaz, fakat çok sayıdaki hadis ayrıntılı biçimde 
anlatır. 


Hadislerde verilen bilgiye göre Muhammed, Kâbe'de Hatim'de ya da amcasının 
kızı Ümmühani binti Ebi Talib'in evinde yatarken Cebrail gelip göğsünü yardı, 
kalbini zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adlı 
bineğe bindirilerek Beytü”1-Makdis'e getirildi. Burada İbrahim, Musa, İsa ve diğer 
bazı peygamberler tarafından karşılandı. Muhammed imam olarak diğer 
peygamberlere namaz kıldırdı. 


Muhammed, Beytü'l-Makdis'te kurulan bir Miraç'la ve yanında Cebrail olduğu 
halde göğe yükselmeye başladı. Göğün birinci katında Adem, ikinci katında İsa ve 
Yahya, üçüncü katında Yusuf, dördüncü katında İdris, beşinci katında Harun, 
altıncı katında Musa ve yedinci katında İbrahim ile görüştü. Cebrail ile birlikte 
yükseliş Sidretü'l-Münteha'ya kadar sürdü. Cebrail, “Buradan bir parmak ucu ileri 
geçecek olursam yanarım” diyerek Sidretü'l Münteha'da kaldı. Muhammed 
buradan itibaren Refref adlı başka bir binekle yükselişini sürdürdü. Bu yükseliş 
sırasında Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabını müşahede etti. Sonunda 
Allah'ın huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah'a şirk koşmayanların 
Cennet'e gireceği müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve beş vakit 
namaz farz kılındı. Yeniden Refref ile Sidretü'l-Münteha'ya, oradan Burak'la 
Kudüs'e, oradan da Mekke'ye döndürüldü.” 


Güya ertesi gün olay anlatıldığında paganlar Kudüs'ten Mekke'ye gelen bir kervan 
hakkında sorular sormuşlar da Muhammed hepsini bilmiş. Yani yalanın kanıtı da 
bir yalan. 


Miraç yalanına dayanak gösterilen İsra Suresi'nin 1. ayetini görelim: 


63 


1. Âyetlerimizi göstermek için, kulunu geceleyin Mescid-i Haram'dan, etrafını 
mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüten Allah, Sübhan'dır (bütün 
noksanlıklardan münezzehtir). Muhakkak ki O, en iyi işiten, en iyi görendir. 


Ayette Muhammed'den bahsediliyor mu? Hayır. “kulunu” diyor. Kul, sadece 
Muhammed değil, diğer peygamberler de kul olduğuna göre; öncelikle ayette 
kimden bahsedildiği bir soru işaretidir! Bunu anlayabilmek için 2. ayete bakalım: 


2. Ve Musa'ya Kitap verdik ve onu İsrailoğullarına bir hidayet rehberi kıldık; 
Benden başka bir vekil tutmayın diye. 


Meallere bakıldığında bu ayetin tahrif edildiği net olarak görülecektir. Ayetin 
başındaki “ve”yi kaldırırlar. Ve “Musa'ya da” şeklinde yazarlar ki 1. ayette 
bahsedilen Muhammed'miş gibi görülsün, Musa olarak anlaşılmasın diye. Halbuki 
1. ayetten sonra Musa'dan bahsediyorsa en kuvvetli ihtimal Musa'dır. Üstelik 1. 
ayetle 2. ayeti ve bağlacıyla ilişkilendirmektedir. 


Eğer bir olağanüstü yolculuktan söz edilmiş olsaydı; 1. ayetin devamında bundan 
bahsedilirdi. İsra Suresi'nde Miraçla ilişkilendirilecek başka bir ayet 
bulamadıkları için Necm Suresi'nin ilk 17 ayetine sığınırlar. Necm Suresi nüzul 
sırasına göre İsra Suresi'nden daha önce geldiği gibi Miraç için gösterilen 
zamandan da çok öncedir. Araştırıldığında göreceksiniz ki bunun yanında 
ayetlerin Miraçla uzaktan yakından ilgisi yoktur ve Cebraili inişi sırasında 
gördüğünü söyler. 


Necm 13. Ve andolsun ki, onu başka bir inişinde de gördü. 

Diğer ayetlerde Sidretül Münteha ve Meva cenneti olması da bir kanıt olamaz. 
14. Sidretül Münteha'nın yanında. 

15. Cennetü”l-Me'vâ da onun yanındadır. 


Sidretül Münteha'nın yanında Cebrail'i görmesi, Muhammed'in de oraya gittiğini 
göstermez. Ayetlere inanan için durugörü denilen alternatif durum var. Allah'ın 
Muhammed'i göğe çıkarttığına inanabilen birisi; Muhammed'e Cebrail'i çok 
uzaklardayken görebilme gücü verebileceğine de inanabilir. 


Bunca aykırı ayete rağmen hadislere inananların hadis dinine sahip olduklarını 
söyleyenler hiç de haksız değillerdir. O Miraç hadisleri ki içlerinde büyük zırvalar, 
anormal saçmalıklar barındırmaktadır. Muhammed'in Allah'la tokalaşmasından 


64 


ve Allah'ın elinin soğukluğunu hissetmesinden tutun da, namaz rekat pazarlığına 
kadar aklın almayacağı tuhaf uydurmalar vardır. Bazılarını görelim: 


“Allah benimle görüştü ve el sıkıştı. Elini iki omuzum arasına koydu; öyle ki 
parmaklarının soğukluğunu iki göğsüm arasında hissettim.” (Hanbel, 5/243) 


Peygamberimiz (asm) Cenab-ı Hakk'a hitaben: 


“Bütün tahiyyeler, bütün mübarek şeyler, bütün salâvat ve duâlar ve bütün 
kelimat-ı tayyibe Allah'a mahsustur.” şeklinde hitab vermiştir. Bunun 
anlamı“Bütün varklıkların halleriyle ve dilleriyle yapmış oldukları ibadetleri ve 
tesbihlerini, bütün çekirdekler ve nutfeler gibi mübarek şeylerin fitri 
mübarekliklerini ve tesbihlerini, bütün insanlar gibi şuurlu varlıkların ibadetlerini 
ve bütün peygamberler ve kâmil insanlar olan evliyaların, asfiyaların ibadetlerini 
ve tesbihlerini onların namına sana hediye ediyorum; sana mahsustur.” demektir. 


Bu selamın üzerine Cenab-ı Hak da Resulüne (asm): “Selâm olsun sana ey 
Peygamber!” şeklinde mukabele de bulunmuştur. Bunun üzerine Allah Resulü 
(asm) de: “Bize ve Allah'ın salih kullarına selâm olsun.” şeklinde cevap vermiştir. 
Bu konuşmaya sidretü”l-müntehada tanık olan Cebrail (as) da Allah'ın şahitlik 
etmesini emretmesi üzerine “Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet 
ederim. Ve Muhammed'in (asv), Allah'ın elçisi olduğuna da şehadet ederim.” 
diyerek şehadet etmiştir. (Said Nursi, Şualar, Altıncı Şua, s.92; On Beşinci Şua, s. 
642-646.) 


- (İsra gecesi her gökte, Muhammedün Resulullah ve arkasından Ebu Bekri Sıddık 
yazılı olduğunu gördüm.) [Ebu Nuaym | 


- (Mirac gecesi, uğradığım her melek topluluğu, ümmetime hacamatı tavsiye 
etti.) [Hakim] 


- Resulullah devamla dedi ki: “Sonra bana, her günde elli vakit olmak üzere 
namaz farz kılındı. Oradan geri döndüm. Hz. Musa aleyhisselam'a uğradım. Bana: 
“Ne ile emrolundun?” dedi. “Gece ve gündüzde elli vakit namazla!” dedim. 
“Ümmetin, her gün elli vakit namaza muktedir olamaz. Vallahi ben, senden önce 
insanları tecrübe ettim. Beni İsrail'e muamelelerin en şiddetlisini uyguladım 
(muvaffak olamadım). Sen çabuk Rabbine dön, bunda ümmetine hafifletme talep 
et!” dedi. Ben de hemen döndüm (hafifletme istedim, Rabbim) benden on vakit 
namaz indirdi. Musa aleyhisselam'a tekrar uğradım. Yine: “Ne ile emrolundum?” 
dedi. “Benden on vakit namazı kaldırdı!” dedim. “Rabbine dön! Ümmetin için 
daha da azaltmasını iste!” dedi. Ben döndüm. Rabbim benden on vakit daha 


65 


kaldırdı. Dönüşte yine Musa aleyhisselam'a uğradım. Aynı şeyi söyledi. Ben, beş 
vakitle emrolunmama kadar bu şekilde Hz. Musa ile Rabbim arasında gidip 
gelmeye devam ettim. Bu sonuncu defa da Hz. Musa'ya uğradım. Yine: “Ne ile 
emredildin?” dedi. “Her gün beş vakit namazla!” dedim. “Senin ümmetin her gün 
beş vakit namaza da takat getiremez. Rabbine dön, hafifletme talep et!” dedi. 
“Rabbimden çok istedim. Artık utanıyorum, daha da hafifletmesini isteyemem'! 
Ben beş vakte razıyım. Allah'ın emrine teslim oluyorum!” dedim. (Kütüb-i Sitte) 


İsra Suresi'nin Miraç uydurmasıyla çelişen başka bir yanı; Mescid-i Haram'dan 
yürütüldüğü ifadesidir. Hadislere göre Muhammed geri döndüğünde yatağı hala 
sıcaktır. Demek ki hadislere göre yatağından yola çıkmış, mescitten değil. Ayrıca 
ayette yürümekten söz ediliyor, uçmaktan değil. Adı gece yürüyüşü de olsa 
uçmakla ilgisi yok. 


Yoksa tahrifat mı var, İsra-1 Kur'an'a sonradan mı ilave edildi? 
? 


İslamcıların İsra Suresi'ni Miraçla ilişkilendirmeleri mucizeyi değil tahrifatı ortaya 
koymaktadır. Ayette bahsedilen Mescid-i Aksa'nın Kudüs'teki Süleyman tapınağı 
olduğu söylenmektedir ki; Muhammed zamanında ortada bir tapınak mevcut 
değildi. Süleyman Tapınağı Muhammed'den 650 sene önce yıkılmıştı. Yeri boştu. 
Halife Ömer zamanında Kudüs'te Süleyman Tapınağının bitişiğinde bir mescit 
yapıldı. Bu mescide Mescid-i Aksa denildi. Mervan zamanında bu mescit 
genişletildi ve ayrıca Kubbet'üs Sahra yapıldı. 


Mescid-i Aksa Muhammed'in ölümünden sonra yapıldığına göre İsra-1 ayetinde 
Mescid-i Aksa isminin geçmesi akla 2 şıkkı getiriyor. Ya ayetteki isim yapılan 
mescide verildi ya da ayet Kur'an'a sonradan ilave edildi. Ayetteki ismin verilmiş 
olması olanaksız çünkü ayetteki isim Süleyman tapınağını kastediyorsa eğer, 
başka bir mescide bu ismin verilmesi doğru olmazdı. Bunu Halife Ömer ya da 
Mervan düşünememiş olamaz. 


Tahrifat iddiasını geçersiz kılmak isteyen İslamcılarsa Mescid-i Aksa'nın 
Süleyman Tapınağı'nı kastetmediğini, başka bir mescitten söz ettiğini söylerler. 
Örneğin Süleyman Ateş bu mescidin Arafat'taki mescit olduğunu öne sürer. 


66 


Muhammed'in Asıl Emeli 


Günümüzde Müslümanlar İslam'a karşı yapılan en ufak bir eleştiriye bile 
tahammül edemezler. Dinlerini eleştiren kişiyi öldürmekten zerre kadar 
çekinmezler. Bunun örneklerini yakın ve geçmiş tarih sayfalarında gördük ve 
maalesef görmeye devam edeceğiz. Bu toleranssız ve tahammülsüz düşünce tarzı 
onlara peygamberleri Muhammed tarafından öğretilmiştir. Oysa Muhammed'in 
tahammülsüz karakter yapısının aksine, Mekkeli “müşrikler” insanların dini 
inançlarına saygılı ve toleranslı kişilerdi. Arap Yarımadası'nda dinsel 
tahammülsüzlük, Muhammed'in ve Muhammed'in dininin ortaya çıkması ile 
başlamıştır. “Cahiliye Devri” denilerek aleyhinde propaganda yapılan dönemde 
Mekkeli halk, kişilerin dini inançlarını hiçbir şekilde diskrimine etmeden Arap 
Yarımadası'nda uyumlu bir şekilde Hristiyan, Musevi, Pagan, Mecusi ayrımı 
yapmaksızın yaşamakta idiler. İslam öncesi Arap tarihine baktığımızda, Arap 
Yarımadası sınırları içinde gerçekleşmiş hiçbir dini savaşa rastlayamamaktayız. 
Muhammed yıllarca Mekkeli putperest halkın babalarına sövmüş ve inançlarını 
asabilmiştir. Onca aşağılama ve karalama çabalarına rağmen Mekkeli putperest 
halk hiçbir zaman Muhammed'e veya Muhammed'in yandaşlarına hiçbir şekilde 
zarar vermemişlerdir. 


Muhammed'in kışkırtıcı sözlerinden artık bıkıp usanan Mekkeli putperest halk, 
çareyi Muhammed'in amcası Ebu Talib'e gitmekte bulmuş ve Muhammed 
hakkında medenice şikâyette bulunmuşlardır: 


“Ey Ebü Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini 
yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi 
yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi 
kötülemesine, bizi akılsızlıkla ithâm etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde 
bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan 
vazgeçirirsin, yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da, seninle de 
çarpışırız.” 


İbni Hişâm, Sire, 1/284; Taberi, 2/218; İbni Kesir, Sire, 1/47 


Ebu Talib Mekkeli putperest halkın sözlerini dinler ve öz yeğeni olan 
Muhammed'i yaptıklarından dolay tembihler: 


“Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara 
dediklerini bana ârzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından 


67 


kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri 
söylemekten artık vazgeç.” 


234. İbni Hişâm, Sire, 1/284; Taberi, 2/220 


Müslümanların Mekkeli putperest halk hakkında iddia ettikleri zulüm ve işkence 
olayları bu kaynaklara dayalıdır. Müslümanlar Muhammed'in putperest halkın 
inançlarına sövmelerini görmeksizin bu kaynakları göstererek Müslümanların 
mağdur kişi olduklarını iddia ederler. Güvenilir İslami kaynaklarda geçen tek 
şiddet olayı, daha sonradan Müslümanlığı kabul eden ve Muhammed'in 
cellatlığını yapan Ömer'in, kendi öz kız kardeşini dövmesidir. Ömer'in İslami 
kaynaklarda kolay sinirlenen deli bir adam oldugunu gozlemleyebiliyoruz. Deli 
Ömer'in “kâfir” olduğu zamanlarda Müslümanlığı seçen kız kardeşini dövmesi 
direkt İslam dinine yapılan bir baskı değil, tam aksine aile içinde gerçekleşmiş bir 
şiddet olayı idi. 


İşte tam bu noktada Müslümanlar şu soruları sorabilirler: 


Eğer Müslümanlara karşı yapılan bir baskı ve zulüm yoktu ise, o halde 
Müslümanları hicret etmeye zorlayan etken ne idi? Baskı ve zulüm yoksa, 
Müslümanlar neden evlerini terk ettiler? Tehlike altında olmayan Müslümanların 
durduk yere evlerini terk edip Medine'ye taşınmalarını nasıl açıklayabilirsiniz? 


Bu soruların cevabını Enfal Suresi'nin 72. ayetinde bulmak mümkündür. İşin aslı 
Müslümanlar Mekke'deki putperest halkın işkencelerinden kaçmıyor, tam aksine 
Muhammed'in emri doğrultusunda evlerini terk etmeye zorlanıyorlardı. Bakınız, 
Muhammed Mekkeli Müslüman halkı hicret etmeye zorlamak için Allah'ı nasıl 
konuşturmaktadır: 


Enfal 72. İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad 
edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar 
birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye 
kadar, onların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım 
isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım 
etmek üzerinize borçtur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir. 


Üstteki ayet, Mekke'den Medine'ye hicret etmek istemeyen Müslümanlar için 
yazılan bir ayettir. Sözde işkence ve baskı gören Müslüman halkın neden hicret 
etmek istemeyişi kafalarımızda bir soru işareti bırakmaktadır. Bugün 
Müslümanların bahsettikleri türde Mekke'de büyük bir işkence ve zulüm vardı 
ise, Müslümanlar neden seve seve Mekke'yi terk etmek istememişlerdir? Neden 


68 


Allah olaya el koyarak Müslümanlara bu konuda ayetler indirmek zorunda 
kalmıştır? Bir başka ayette Muhammed, Müslümanlara yine söyle seslenmektedir: 


Nisa 89. Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da 
beraber olasınız. Bu sebeple, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden 
dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz 
yerde öldürün. Onlardan ne bir dost edinin, ne de bir yardımcı. 


Üstteki ayette Muhammed Müslümanlara evlerini terk etmelerini ve Medine'ye 
göç etmelerini emretmektedir. Muhammed bununla da kalmayıp İslam'ın kültsel 
yapısını adeta doğrulayan bir şekilde hicret etmek istemeyenlerin öldürülmelerini 
emretmiştir. Müslümanlar Mekke'yi putperest halkın baskısı sonucu değil, 
Muhammed'in tehditlerinden dolay terk etmişlerdir. Muhammed'in baskısı, hicret 
etmek istemeyen Müslümanların cehenneme gideceği kararının açıklanması ile 
daha da zorlayıcı bir boyut kazanmıştır: 


Nisa 97. Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var 
ya; melekler onlara şöyle derler: “Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz? )” 
Onlar da, “Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik” derler. Melekler, “Allah'ın 
arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!” derler. İşte bunların gidecekleri 
yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir. 


Malum, burada Müslüman okuyucular yine “Peygamberimiz neden böyle bir şeyi 
yapmak istesin? Amacı ne idi?” diye kendilerine sorabilirler. Muhammed neden 
Müslümanları hicret etmek için zorlamak isteyebilir? Muhammed niçin 
Müslümanları gözünün önünden ayırmak istememiştir? 


Bu soruların cevabını verebilmek için kişinin kendisini “kültler” ve “narsist kült 
liderleri” hakkında geliştirmesi ve bilgilendirmesi gerekir. Tıpkı tarihteki diğer 
narsist kült liderleri gibi, Muhammed'in de bir rüyası vardı. Narsist insanlar dava 
adamlarıdır. Adnan Oktar televizyonda yayınlanan her röportajında bir “dava 
adamı” olduğunu vurgular. Stalin'in davası “sosyalist toplum” idi. Hitler'in davası 
ise “beyaz ırkın üstünlüğü” idi. Davalar narsistin kişiler üzerinde otorite 
sağlayabilmesi için bir araçtır. Yakın geçmişte köktendinci bir Müslüman olarak 
karsımıza çıkan Hasan Mezarcı'nın nasıl bir anda reyting sağlamak için kendisini 
"Mesih" ilan ettiğini hepimiz izledik. Narsist kült liderleri etrafında sürekli 
kendisini pohpohlayan müritlere ihtiyaç duyarlar. Spot ışıklarının sürekli 
kendilerinin üzerinde olmasını isterler. 


İslami kaynaklara baktığımızda, daha İslam'ın ilk ortaya çıktığı zamanlarda bile 
Muhammed'in ne gibi bir "davaya kendini adadığını" kolaylıkla görebilmekteyiz. 


69 


Muhammed'in rüyası basta Arap Yarımadası'na ve daha sonra tüm dünyaya 
hükmeden bir diktatör olmaktı. Emeline ulaşabilmek için planlarını çoktan 
hazırlamıştı. Mekkeli paganlar Ebu Talib'in ölümüne yakın bir zamanda kendisini 
tekrar ziyaret ederek, ölmeden Muhammed ile aralarında olan anlaşmazlığı 
bitirebilmek için söz almak isterler. Muhammed'in sövmelerine son vermesi için 
Ebu Talib'in arabulucu olmasını isterler. Muhammed ise bu ziyarette asıl emelini 
ve ağzındaki baklayı düşürür. Muhammed'in insanlar üzerinde hüküm sahibi 
olma arzusunu, İbn-i Hişam'ın da kaleme aldığı şu yazı gözler önüne sermektedir: 


“Ebü Talib ölmeden bu işe bir çözüm bulmalıyız, yoksa öldükten sonra 
Muhammed'e yapacağımız her iş için bizi ayıplarlar. Ebü Talib sağken bir şey 
yapamadılar, o öldü, yeğenine şunları şunları yaptılar, demesinler.” Bu 
düşüncelerinden dolayı müşriklerin ileri gelenleri toplanarak Ebü Talib'i ziyarete 
gittiler. Sağlık temennilerinden sonra Ebü Talib'e dediler ki: “Ey Ebü Talib! Sen 
bizim reisimiz, büyüğümüzsün. Şunu görüyoruz ki, sana ölüm yaklaşmıştır. Biz 
senin ölümünden korkuyoruz, sen sağken şu meseleyi halledemedik, öldükten 
sonra hiç halledemeyiz. Sen şimdi sağken onu çağır, ondan sağlam bir söz al, biz 
de bir söz verelim. Bundan sonra ne o bizimle uğraşsın, ne de biz onunla.” Ebü 
Talib, Kureyş heyetini dinledikten sonra yeğenine haber salarak, yanına gelmesini 
istedi. Amcasının davet haberini alan Kâinatın Efendisi, hemen ölüm döşeğindeki 
Ebü Talib'in yanına vardı. Bir anda kalabalık bir Kureyş topluluğu ile karşılaşan 
Efendimiz, bu davetin altında bir şeylerin yattığını anlamakta gecikmedi. Ebü 
Talib, Kureyş heyetinin isteklerini yeğenine anlattı. “Ey kardeşimin oğlu! 
Kavminden ne istiyorsun?” dedi. Kâinatın Efendisi “Kendilerinden bir kelime 
istiyorum. Eğer söylerlerse, bütün Araplar o kelime sayesinde kendilerine uyacak, 
bütün acem o kelime sayesinde onlara cizye ödeyecek.” dedi. Ebü Talib atılarak: 
“Yani tek bir kelime mi?” diye sordu. Efendimiz: “Evet, amcacığım tek bir kelime. 
“Lâ ilâhe illallah” diyecekler.” 


Sad, 38/1-8. Tirmizi, Tefsir, Sa'd (3230) 
Üstte anlatılanlardan bazı gerçekler belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır. 


1) Kureyşli paganlar Muhammed'e ve Müslümanlara herhangi fiziki bir baskı 
uygulamamış, tam aksine Muhammed'den inançlarına saygılı olmasını 
istemişlerdir. 


2) Muhammed aşağılayıcı tavırlarından dönmek istemediğini son derece kararlı 
bir şekilde dile getirmiştir. 


70 


3) Muhammed Arap Yarımadası'nı hükmü altına almayı ve Acemleri cizyeye 
bağlamakta kararlı idi. 


Acem kelimesi günümüzde her ne kadar Farslar için kullanılsa da, o dönemin 
Arapları Acem sözcüğünü “Arap olmayan” anlamında kullanırlar idi. Görüldüğü 
gibi Allah'ın peygamberi daha henüz bir düzine müridi olduğu zamanlarda bile 
dünyayı fethedebilmenin fantezilerini kendi kafasında canlandırmakta idi. 
efendi nasıl olur da daha henüz doğru dürüst bir çete bile olamamışken insanları 
cizyeye bağlamanın hesaplarını yapabilir? Tüm insanlığa örnek kişi olsun diye 
gönderilen bir peygamberin ülke fethetmek yerine, insanlara rehberlik eden daha 
asil düşüncelere sahip olması gerekmiyor mu? İnsanları cizyeye bağlayıp haraç 
almak yerine, onları özgürlüğüne kavuşturması gerekmiyor mu? Bu tür 
hareketleri, davranışları ve düşünceleri olan bir kişi nasıl olur da Allah'ın 
insanlığa örnek olsun diye sunduğu bir peygamber olabilir? Müslümanların 
peygamber diye yere göğe sığdıramadıkları Muhammed'in, Hitler'den, Mao'dan 
ve Saddam'dan farkı nedir? Hitler gibi kana susamış narsist bir liderin Yahudileri 
cizyeye bağlayıp onları öldürmek istemesini anlayabilirim. Fakat bu tür bir 
düşünce şekli, bu tür bir eylem isteği, manevi yönden kişiliği ve karakteri en üst 
seviyede olması gereken Allah'ın peygamberine yakışmamaktadır. 


Muhammed gerçekten de megaloman bir kişiliğe sahipti. Psikolojik rahatsızlıkları 
olan insanların ruh hali çok çabuk değişir. İslam kaynaklarına baktığımızda 
Muhammed'in ruh halinin bazen çok yükseklerde olduğunu, tüm dünyayı ele 
geçirmek istediğini görebilmekteyiz. Muhammed, ruh halinin bozuk olduğu 
anlarda ise intiharı bile düşünmüştür: 


Yüce bir dağ zirvesine çıkıp oradan kendimi aşağı atar böylece bu sıkıntıdan 
kurtulurum, dedim. 


Böylece yola çıktım, dağın ortasına varmıştım ki, birden bire gökten “Yâ 
Muhammed, sen Allah'ın Rasülusun. Ben de Cebrâilim” diyen bir ses duydum. 
Başımı göğe kaldırdım. Bir de ne göreyim! Cebrail bir insan suretinde ayaklarını 
semânın ufuklarında açmış vaziyette. 


— Yâ Muhammed sen Allah Rasülüsün, ben de Cebrail'im dedi. 
İbni İshak; İbni Hişâm, Taberi ve Heyhaki 


Muhammed'in ruh halindeki bu tür değişiklikler, bize aslında Muhammed'in 
dengesiz ve psikolojik yardıma muhtaç bir insan olduğunu göstermektedir. 


71 


İnsanlar tarafından itaat edilen ve onlara hükmeden kişi olma arzusu o kadar 
güçlüydü ki, bu heves onu vicdani hislerden yoksun, tam bir canavara 
dönüştürmüştü. İnsanlar üzerinde otorite sahibi olmak onun rüyalarını 
süslüyordu. Hayallerine ulaşmak için onu artık hiçbir şey durduramazdı. 
İnsanlara söylediği yalanlarda o kadar inandırıcı olmaya çalışıyordu ki, bu 
yalanlara kendisi bile inanıyordu. 


Muhammed, ölüm döşeğinde olan amcasinin son anlarinda dile getirdigi gibi, 
daha bir avuç dolusu inananları olduğu zamanlarda bile Arap Yarımadası'nda 
hüküm sürmenin ve Arap olmayanları kendisine boyun eğdirmenin hayalleri ile 
yanıp tutuşuyordu. Fakat o, sadece rüya gören bir kişi değil, hayallerini gerçeğe 
dönüştürmek için tüm azmiyle çalışan olağanüstü sabit fikirli bir kişiydi. 
Kendisine büyüklük kazandıracak bu yolda her şeyi hiç acımadan kurban etmiştir. 
Karşı koyanları öldürtmüş, kendisine sırtını donmuş kişileri ve eleştirenleri 
öldürtmüştür. Arap Yarımadası'nda yasayan tüm Hristiyan ve Yahudileri önce 
kendisine inandırmaya çalışmış, inanmayanları ise yok etmiştir. Hemen hemen 
her şeye inanan cahil müritlerini kandırmak için cinli perili masallar 
uydurmuştur. Müslümanların kafalarında “Allah” diye bir tanrı yaratıp o tanrının 
elçisi olduğunu söyleyerek kişilerden kendisine “teslim” olmalarını istemiştir. 
İslam demek, Allah'a, yani Muhammed'in Allah'ına kişinin teslim olması 
demektir. 


Muhammed'in zamanlaması ve içinde bulunduğu toplum hayallerine ulaşması 
için son derece idealdi. O devirde yasayan Araplar batıl, bağnaz, barbar, inatçı, 
şovanist ve her şeyden önemlisi saf ve kolay inanan cahil bir topluluktan 
oluşuyordu. Emellerine ulaşmak için gerekli olan her şey mevcut bulunuyordu. 
Fakat ortada yine ufak bir sorun vardı. Muhammed'in bir ordusu olmadan 
ülkeleri nasıl fethedecek, insanları nasıl kendisine boyun eğdirtecekti? Kendisine 
inanan Müslümanları nasıl kışkırtıp kılıçlandıracak ve kendi öz ana, baba, 
kardeşlerine ve arkadaşlarına karşı savaşmaları için nasıl kandıracaktı? Ortada 
bir hoşnutsuzluk ve rahatsızlık yaratması, kendisine inananların gözünde bir 
düşman belirlemesi gerekiyordu. Öyle bir düşman yaratması lazımdı ki, 
insanların kendi öz kardeşlerini ve akrabalarını bile seve seve katletmesini 
sağlamalıydı. Bir yandan putperest halkın babalarına ve kutsal inançlarına 
söverken, diğer yandan kendi sövmeleriyle galeyana gelen Mekkeli putperest 
halkın Müslümanları taciz etmelerini sağlıyor ve Müslümanlara eziyet 
çektiklerini, Mekkelilerin Müslümanlara baskı yaptıklarını söylüyordu. Bu 


72 


dahiyane plan sayesinde Müslümanların eziyet çektiklerini, evlerini ve 
topraklarını terk edip Medine'ye hicret etmeleri gerektiğini söylüyordu. Mekkeli 
halk arasında yarattığı bu kin, onun Müslümanlar üzerindeki hükmünü 
kolaylaştırmakta idi. Hüküm sürmesi için öncelikle insanları bölmesi gerektiğinin 
bilincinde idi. Bu stratejiyi tarih sahnesinde tüm diktatörler kusursuz 
uygulamıştır. 


Muhammed'in Allah'ı, Al-i İmran Suresi'nde “tuzakçı” kişiliği ile övünür ve hatta 
Rad Suresi'nde “bütün tuzaklar Allah'a aittir” der. Umarım bu bilgiler asıl 
tuzakçının kim olduğu ve bütün tuzakların asıl sahibinin kim olduğu hakkında 
aydınlanmak isteyen kişiler için bir ışık olur. Muhammed, dini inançlar yüzünden 
hiçbir zaman anlaşmazlık ve savaşın çıkmadığı topraklarda bile dini kullanarak 
insanlar arası bir düşmanlık yaratmış ve nefreti körüklemiştir. Böylelikle artık 
kendisi için savaşmaya hazır, kızgın ve mağdur olduğunu zanneden bir gruba 
sahip olmuştu. Bu grup, artık onun için savaşmaya ve hayallerini gerçeğe 
dönüştürmek için hazırdı. Parola, “Allah'a ve onun Peygamberine itaat” idi. Allah 
da, Muhammed'in otoritesini sağlayabilmek ve onun tahtının yerini 
sağlamlaştırabilmek için ayet göndermekten kaçınmayacaktı elbette: 


Cin 23. Ancak Allah'tan gelenleri tebliğ edebilirim ve O'nun vahiylerini 
açıklayabilirim. Kim Allah'a ve Resülüne karşı gelirse, şüphesiz onlar için, içinde 
ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır. 


Ayrıca söz edilmesi gereken diğer bir gerçek sudur ki, Muhammed'in Mekkeli 
halkı yıllarca tahrik etmesine rağmen Kureyşliler Muhammed'i ve ona inanları 
sadece boykot etmekle yetinmişlerdir. Onlarla alışveriş yapmamaya, kız alıp kız 
vermemeye gayret göstermişlerdir. Ortadaki sorunu medenice çözmek ve 
Muhammed'in küfürlerine bir son vermesini istemişlerdir. Muhammed ise kendi 
sövmelerinin yarattığı olaylardan ötürü amcası Ebu Talib'in yanında, onun 
koruması altında kalmış ve üç sene boyunca sokağa bile doğru dürüst 
çıkamamıştır. Sadece Hac zamanı geldiğinde Ebu Talib ve onun yandaşları ile 
Mekke'de dolaşabilmiş Hac mevsimi bittiğinde ise tekrar tutsak hayatına geri 
donmuştur. Bu zaman içerisinde Mekkeliler hiçbir zaman Ebu Talib'in bulunduğu 
bölgeye bir saldırı düzenlememişlerdir. Aksine Muhammed Mekke sokaklarında 
inançlarına ve babalarına sövmediği için pek de mutlu olmuşlardır. Şayet 
Mekkeliler Muhammed'i öldürmek isteselerdi, kendisini Allah'ın değil de, Ebu 
Talib'in korumasına bırakan Muhammed'i gayet rahat bir şekilde öldürebilirlerdi. 


Mekke'de artık deli olarak tanınan ve istenilmeyen kişi olan Muhammed artık 
kültüne yeni yeni insanlar katabilmek için rotayı Mekke'nin dışına çevirir. 


73 


Medine'den Mekke'ye hac için gelen Araplarla buluşur ve bazılarını basariyle 
Müslüman yapar. Müslüman olanlar Medine'ye gittiğinde kendi yakınlarını ve 
çevresindeki kişileri de Muhammed'e inandırmak için çalışmakta idiler. 
Günlerden birinde yine Muhammed gece yarısı bu Müslümanlarla Akabe'de 
gizlice buluşur: 


Mekke Devri'nin 12'nci yılı hac mevsiminde, Medine'den Mekke'ye gelen 
ziyâretçiler arasında (73'ü erkek, 2'si kadın) 75 Müslüman vardı. Bunlar hacdan 
sonra (eyyâm-ı teşrik'in 2'nci gecesi), gece yarısı Hz. Peygamber (s.a.s.) ile gene 
Akabe Tepesi'nde gizlice buluştular. 


İbn Hişâm, 2/84; İbnü'l-Esir, a.g.e., 2/98-99 


Mekkeliler her ne kadar Medinelilerle bir savaş içinde olmasalar da onları yabancı 
olarak görürlerdi. Bu gizli toplantıdan haberdar olan Mekkeliler kendi 
güvenlikleri için doğal olarak endişeye kapılmaya başlamışlardı. Muhammed 
neden yabancılarla gizlice görüşür? Bu gizli toplantılarda acaba ne konuşuluyor 
gibi soruları kendilerine sormaya başlamışlardı. Mekkelileri kendi güvenlikleri 
için bu türde düşüncelere kapılmalarından dolay suçlayamayız. Bu artık 
Muhammed için bardağı taşıran son damla olmuştu diyebiliriz. Mekkeliler, 
Muhammed'in yabancılarla yaptığı bu gizli görüşmelerin sonucu artık harekete 
geçmeleri gerektiğinin farkına varmışlardı. 


Korkuyu ensesinde hisseden Muhammed, Allahın onu artık Mekke'de 
koruyamayacağını da sezerek, hiç zaman harcamadan Ebu Bekir'i de yanına alıp 
topuğu dörtnala basarak Mekke'yi terk eder. Muhammed'in Allah'ı daha sonra bu 
olayi Kur'an'da dile getirir. İşin ilginç tarafı, Kur'an'ın “her şeyi bilen” tuzakçı 
Allah'ı, Mekkelilerin Muhammed'e ne yapmak istedikleri hakkında pek emin 
değildir: 


Enfal 30. Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke'den) 
çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak 
kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır. 


Muhammed ve Ebu Bekir Mekke'den firar ettikten sonra kendi aileleri haftalarca 
Mekke'de kalmıştır. Kureyşliler hiçbir şekilde Muhammed ve Ebu Bekir'in ailesine 
Zarar vermemişlerdir. Muhammed'in ve Ebu Bekir'in kendi ailelerini geride 
bırakarak güvende olacaklarını hissetmeleri aslında Mekke'de Müslümanlara 
karşı bir zulüm olmadığının ya da abartıldığının da bir göstergesidir. Mekkeli 
Müslümanların hiç birisi Mekke'den zorla sürülmemiştir. Hepsi Muhammed'in 
hükmü doğrultusunda, Allah'ın hicret etmeyenler için ölüm fermanı ve korkutucu 


74 


cehennem azapları doğrultusunda kendi iradeleri ile Mekke'yi terk etmiştir. 
Birkaç Müslüman köle Mekke'den kaçmaya kalkışmış ve köle sahipleri tarafından 
tutsak tutulmuşlardır. Köle sahipleri kölelerini bedava ellerinden kaçırmak 
istememişlerdir. Bunun dışında Müslümanlara direk yapılmış bir zorlama İslami 
kaynaklarda geçmemektedir. 


Muhammed Medine'ye vardığında yanında hicret eden birkaç yüz göçmen ve 
hemen hemen bir o kadar sayıda da Medineli Müslüman bulunuyordu. Medineli 
Araplar eğitimsiz, fakir ve zengin Yahudilere çalışan işçi konumunda idiler. Şarap 
ırmakları, altından ve gümüşten bilezikler, ipekten elbiseler vadeden 
Muhammed'e inanmak güzeldi fakat karın doyurmuyordu. Muhammed kendisine 
inananların dünyevi ve maddi ihtiyaçlarını karşılamadığı sürece kültünün 
dağılacağının bilincinde idi. Muhammed kendisiyle hicret edenlere şu şekilde 
vaatlerde bulunmuştur: 


Nahl 41. Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette 
onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür. 
Keşke bilselerdi... 


Kendisine inananları boş cennet masalları ile bir yere kadar kandırabileceğini 
bilen Muhammed'in artık harekete geçmesi gerekiyordu. Üstelik onun Arap 
Yarımadası'na hükmetme ve Arap olmayanları kendisine boyun eğdirme gibi 
büyük planları vardı. Elbette Arap Yarımadası'nı bir avuç fakir müridi ile ele 
geçiremeyeceğinin bilincinde idi. Nitekim tüccarların kervanlarına baskınlar 
düzenleyerek yağmalamak, emellerine ulaşması için güzel bir başlangıç teşkil 
etmekteydi. 


Böylece artık Allah'ın sevgi ve kardeşliği öğütleyen peygamberi kervan 
yağmalayan çöl korsanına dönüşür ve eskiden vaaz ettiği “herkese güzel sözler 
söyleyeceksiniz” (Bakara 83), “Onların söylediklerine sabret ve onlardan 
güzellikle ayrıl” (Müzemmiş 10) gibi ayetler artık yerini kana susamış, “öldürün, 
vurun” diyen ayetlere bırakır. 


Muhammed'in Medine'ye göçmesiyle gecen ilk altı aylık sure içerisinde belirgin 
önemli bir olay ya da vukuat gerçekleşmemişti. Muhammed de dâhil olmak üzere 
muhacirler Karınlarını doyurma çabası içinde idiler. Lakin Muhammed'in 
düşünceleri barışçıl değildi. Onun büyük, çok büyük planları vardı. İnananların 
sayısı da çoğalıyordu. Bazıları Mekke'den gelmeye devam ediyor ve bazıları da 
Medine'de Müslüman olmayı kabul ediyorlardı. Artık yavaş yavaş ordusu da 
büyümekteydi. 


75 


Aradan bir sene geçmesine rağmen Muhammed'in Kureyş kervanlarını 
yağmalama girişimlerinin hiçbirisi başarılı olamamıştı. Bunlardan birisi Amr bin 
Hişam (“Ebu Cehil”) ve 300 adamının koruduğu kervan, diğeri ise Ebu Sufyan ve 
200 adamının koruduğu kervandı. Baskınlardan avucunu yalayan megaloman 
Muhammed'in artık aklı başına gelir ve ilk olarak daha küçük kervanları 
yağmalaması gerektiğinin farkına varır ve adamlarını görevlendirerek diğer ufak 
bir kervanı başarılı bir şekilde yağmalatır. Bu olay hac zamanında gerçekleştiği 
için Müslümanlardan tepki görür. Mekkelilerin kutsal kabul ettiği zamanda 
kervan baskını yapan Muhammed'in tahtı hafiften sallansa da, her zamanki gibi 
Allah Muhammed'in yardımına koşar ve cebinden şöyle bir ayet çıkarır: 


Bakara 217. Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar. De ki: “O ayda savaş büyük 
bir günahtır. Allah'ın yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, Mescid-i Haram'ın 
ziyaretine engel olmak ve halkını oradan çıkarmak Allah katında daha büyük 
günahtır. Zulüm ve baskı ise adam öldürmekten daha büyüktür. Onlar, güç 
yetirebilseler, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam 
ederler. Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse öylelerin bütün yapıp 
ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada 
sürekli kalacaklardır.” 


Bu kurtarıcı ayet geldikten sonra Muhammed yağmalanan mallardan beşte bir 
payını alarak gerisini de Medineli Müslümanlar arasında paylaştırır. Kervan 
baskıncılığı, hırsızlık, kutsal kabul edilen aylarda savaş yapmak, masum insanları 
öldürmek, kanunsuz işler yapmak elbette bir peygambere yakışır davranış 
şekillerinden değildir. Kureyş kabilesi ve Mekkeliler artık karşılarındaki delinin 
hiçbir kural tanımadığının farkına varır. Ayrıca belirtmek gerekir ki Müslümanlar 
ve Mekkeli paganlar arasında ilk kanı Müslümanlar döktürmüştür. Müslümanlar 
her zaman ilk saldıran oldukları halde Muhammed'in kurnaz taktikleri ile 
kendilerini sürekli mağdur kişi görmüşlerdir: 


Hz. Sa'd, Allah yolunda ilk kan döken Sahabi unvanını almış oldu. İslâm tarihinde 
dökülen ilk kan budur. 


İbni Sa'd, Tabakat: 3/139 


Birkaç başarılı sonuçlanan yağmalama olayından sonra peygamber artık kervan 
baskıncılığı sanatında hatırı sayılır derecede uzman ve tecrübe sahibi olmuştu. 
Muhammed'in haydutluktan kazandığı para ve ganimetler artık hayatlarını yitirip 
mezara koyulan cesetlerin ağırlığını bile geçmekte idi. Para, mal, mülk ve 


76 


arkasındaki tetikçilerinden de aldığı cesaretle artık kendisine peygamber diyen çöl 
korsanının gerçek yüzü de ortaya çıkmıştır. 


Şimdi burada insan olarak kendimize sormamız gereken sorular sudur. Her türlü 
hırsızlığı yapmış, masum insanların ölümüne sebep olmuş, itaat ve otorite hastası 
narsist bir deliyi kendisine örnek alan bir toplum için ne diyebiliriz? Kendisine 
Muhammed gibi bir kişiyi örnek alan bir insanın ahlaki değerleri hakkında ne 
düşünebiliriz? Eşitliği, adaleti, insani değerleri ve hoşgörüyü temelleştirmek, 
Muhammed'e peygamber diye inanan ve onu örnek alan bir toplum için mümkün 
müdür? “Savaş, hoşunuza gitmediği halde, size farz kılındı.” (Bakara 216) diyen 
bir peygamberin insanlığa barışı öğretmesi ne derece gerçekçi olabilir? İnsanlara 
“pislik, kâfir, aşağılık” diyen ve nefreti körükleyen ve onlardan "cizye" adında 
haraç alınması gerektiğini iddia eden bir peygambere sahip kişiler toplumdaki 
azınlıklara ne derece saygı duyabilir? Peygamberi bu derece geri kafalı olan bir 
millet, nasıl olur da ileriye gidebilir? 


Hekimler bir hastalığın sebebi bulunduğunda, çoğu zaman o hastalığın 
tedavisinindi çok yakında bulunacağını bilirler. Artık bizlerin de toplum olarak 
hastalığımızın sebebini görmemiz ve bu hastalıktan kurtulmamız gerekmektedir. 
Yarın çok geç. 


77 


Muhammed ve Jim Jones 


“James Warren “Jim” Jones (13 Mayıs 1931 - 18 Kasım 1978), Amerikalı bir kült 
lideri idi. Jones, Halkın Tapınağı (People's Temple) adlı kült hareketinin kurucusu 
ve lideri olup bu hareket, 1978 Kasım'ında Guyana'nın Jonestown şehrinde 918 
mensubunun ölümüne neden olan toplu intihar eylemiyle, ABD Kongre üyesi Leo 
Ryan'ın öldürülmesiyle, Guyana'nın başkenti Georgetown'da başka dört Tapınak 
üyesinin öldürülmesiyle tanınmaktadır. Jonestown şehrinde yaklaşık 300 çocuk 
öldürülmüş, bu çocukların hemen hepsi siyanür zehirlenmesi nedeniyle hayatını 
kaybetmiştir. Jim Jones ise başına aldığı kurşun yarasıyla ölmüş olup ölüm 
nedeninin intihar olduğu düşünülmektedir.” (Vikipedi) 


Jones müritleri tarafından adeta tapılan bir kişi idi. Müritleri ona büyük bir 
içtenlikle “Father” yani “Baba” diye hitap ediyorlardı. Zaman geçtikçe artık Jones 
kendini “Mesih” ilan etmişti. Müritleri üzerindeki etkisi arttıkça müritlerin ona 
daha çok itaat etmelerini ve daha çok bağlı kalmalarını istiyordu. Müritleri ona 
itaat etmek için adeta birbirleri ile yarışıyordu. Jones müritlerine dünyanın büyük 
bir nükleer facia sonucu yerle bir olacağını söylüyor ve bu faciadan kurtulacak 
olanların sadece ona inananların olacağını savunuyordu. 


Bu durum, İslam dini ve Muhammed'i benzer bir şekilde tanımlıyor. Muhammed 
peygamberliğini ilk ilan ettiği zamanlarda sadece bir “uyarıcı” olduğunu söylüyor, 
insanların Allah'a ve kıyamet gününe inanmalarını öğütlüyordu. Jones'un nükleer 
facia günü ve mesihlik rolü, Muhammed'in uyarıcı rolü ve kıyamet gününe adeta 
birebir örnektir. Muhammed de tıpkı Jones gibi müritleri üzerinde etkisi 
büyüdükçe onlardan daha çok itaat isteğinde bulunuyor, evlerini terk edip hicret 
etmelerini istiyor ve kendisine inanmayanları cehennem azabı ile tehdit ediyordu. 


Muhammed'in birçok nutku direkt olarak Allah'a şirk koşmayı eleştiren türdedir. 
Fakat Muhammed'i en çok sinirlendiren ve ayetlerinden de anlaşıldığı gibi kin 
kusturan iki faktör vardır. Birincisi kendisini aşsağılayan ve küçük gören kişilere 
olan kini. İkincisi ise onun tarafından karşı tarafa kaçan, yani İslam'ı terk eden 
kişilere olan kini idi. 


Jim Jones sahibi olduğu tarikat örgütünün ve müritlerinin yaptığı milyonlarca 
dolar değerindeki bağışlarla Guyana'da balta girmemiş ormanlarda “Jonestown” 
adını verdiği koca bir arsa satın alıyor ve müritlerini Amerika'daki ailelerinden 
ayırarak yüzlerce müridi ile oraya yerleşiyordu. Müritlerinin dış dünya ile 
bağlantılarını keserek bu şekilde üzerlerinde tam kontrol sahibi oluyor ve kolayca 


78 


beyinlerini yıkayabiliyordu. Muhammed'in neden Müslümanların Mekke'den 
Medine'ye onunla birlikte hicret etmelerini istemesi de tamamen aynı 
sebeptendir: Müslümanlar üzerinde devamlı kontrol sahibi olmak ve sürekli 
elinin altında tutarak beyinlerini yıkayabilmek. Muhammed tıpkı Jim Jones'un 
müritlerini ailelerinden ayırdığı gibi, Müslümanları ailelerinden ayırmak 
istemiştir. Kendisine daha bağlı olan Müslümanları, ailelerini ve evlerini 
bırakmak istemeyen Müslümanlara karşı kullanmıştır: 


Enfal 72. İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad 
edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar 
birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye 
kadar, onların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım 
isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım 
etmek üzerinize borçtur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir. 


Üstteki ayette diyor ki, “Müslümanlar hicret etmek istemeyen diğer 
müslümanların koruyuculuğunu yapmasınlar.” Muhammed böylece hicret etmek 
istemeyen Müslümanları hicret etmek için zorluyor ve “Allah yaptıklarınızı 
hakkıyla görendir.” diyerek, Allah'ın onları izlediğini söylüyor ve emellerine 
kavuşmak için böyle korkutuyordu. 


1978 yılında Jones'un People's Temple tarikatına mensup müritlerinin 
Amerika'daki aileleri Guyana'daki yakınları hakkında endişelenmiş ve endişelerini 
Amerikan Kongre üyesi Leo Ryan'a beyan etmişlerdi. Leo Ryan kültü incelemeye 
alarak yanında bir gazeteci ile Guyana'ya uçuyor ve tarikat üyeleri ile irtibat 
kuruyordu. Beyni yıkanık tarikat üyeleri Jones'tan çok memnun olduklarını ve 
Amerika'ya geriye dönmeyi akıllarınan bile geçirmediklerini iletiyorlardı. Fakat 
Jones'un müritlerinden iki aile ortada dönen düzenbazlığın farkına varmış 
oldukları için gizlice Leo Ryan ile kontak kuruyor ve geri dönmek istediklerini ona 
bildiriyordu. Leo Ryan ve bu iki aile aralarında plan yaparak Jonestown'dan kaçış 
gününü belirlemişlerdi. Firar planlarının farkına varan kült lideri Jim Jones, 
müritleri ile birlikte toplam 5 kişi olan iki aileyi ve Leo Ryan'ı öldürtmüştü. 
Amerikan Kongre üyesi ve 4 Amerikan vatandaşını katleden Jim Jones artık işin 
sonuna geldiğinin farkına varmış ve müritleri ile ormanda bir ayin düzenleyerek 
içtikleri zehirli içecek sonucu toplam 918 müridi ile hayatını noktalamıştır. 


“Son Ayin” olarak bilinen bu olayın video kayıtları mevcuttur. Videoda görünen 
odur ki müritler Jones'un “Şerefle ölün!” sözleri sonrası zehirli içecekleri seve 
seve içiyor ve çocuklarına içiriyorlardı. Aşağıda tercüme ettiğim konuşmalar 
direkt videodan alıntıdır: 


79 


Jim Jones: Ben sizlere iyi bir hayat vermek için elimden gelenin en iyisini yaptım. 
Buna rağmen, bir avuç insan, yalanlarıyla bizim hayatlarımızı yaşanamaz bir 
duruma getirdiler. Eğer barış içinde yaşayamıyorsak, o halde barış içinde ölelim. 
(Burada müritler arasında alkış kopuyor.) Bizler ihanete uğradık. Bizim 
yapacağımız eyleme topluca intihar denilemez. Bu eylem devrimci bir harekettir. 


Birinci kadın: Ben hayatta kalmamız için bir umudumuzun olduğunu 
düşünüyorum. 


Jones: Günü geldiğinde tüm insanlar hayata gözlerini yumacaktır. 
Cemaat: Evet! Evet! Evet! (diye haykırıyor) 


Jones: Şu anki durumumuz bu dünyada bize cehennemden bile beter bir hayat 
yaşatacaktir. Benim için ölüm korkunç bir şey değildir. Esas lanetli olan bundan 
sonra yaşamaktır. Bu durumda yaşamanın bir anlamı yok! 


Kadın: Ama ben ölümden korkuyorum! 
Jones: Hiç zannetmiyorum korktuğunu. 


Birinci kadın: Bence birkaç kişinin ihaneti yüzünden 1000 kadar insanın kendini 
öldürmesi anlamsız. Ben buradaki çocuklara ve bebeklere bakıyorum ve yaşamayı 
hak ettiklerini düşünüyorum. 


Jones: Ama sence onlar daha çoğunu hak etmiyor mu? Onlar barışı hak ediyor. 
İnsanlara vereceğimiz en iyi cevap, bu kahrolası dünyadan çekip gitmemiz olacak! 
(Cemaat alkışlıyor) 


Birinci adam: Tamamdır hanım kardeşim! Her şey bitti artık! İyi bir gün geçirdik. 
(Alkış) 


İkinci adam: Emir verdiğiniz takdirde hayatımızı noktalamaya hazırız! 


Jones: Lütfen, Tanrı aşkına, hadi başlayalım! (Cemaat “Baba! Baba!” diye tempo 
tutuyor) 


Üçüncü adam: Babamız bizi buralara kadar getirdi. Benim seçeneğim baba ile 
ölmek! 


Jones: Şerefle ölmeliyiz. Hadi! Çabuk! Çabuk! Ölmek bu hayatta yaşamaktan kat 
kat daha iyi. 


80 


Bu teyp medyada yayınlandığında dünyada şok etkisi yaratmıştır. Külte mutlak 
bağlılık, şuursuzca sadakat tıpkı Jones'un müritlerinin yaptığı gibi İslam'ın temel 
taşlarından sadece bir kaçıdır. İnananlar Allah'a ve Muhammed'e bağlılıklarını ve 
sadakatlerini kanıtlayabilmeleri için kendi hür iradelerinden vazgeçmeli, aileleri 
ve en yakınları dâhil hiçbir şeyi önemsememeliler. Muhammed Kur'an'da “doğru 
söyleyenler iseniz haydi ölümü temenni edin!” (Bakara 94) demiştir. Bir başka 
ayette Muhammed yine Yahudilerin Allah'a bağlılıklarını kanıtlamaları için 
ölmelerini istemiştir: “Ey Yahudi akidesini benimseyenler! Bütün insanlar değil 
de, yalnız kendinizin Allah'ın dostları olduğunu iddia ediyorsanız, (bunda da) 
samimi iseniz haydi ölümü isteyin!” (Cuma 6) Ortada bariz ve çok net bir şekilde 
görünen gerçek şudur ki, Muhammed ve Jim Jones gibi sapık düşünceli narsist 
kişilere göre insanların Allah'a olan bağlılıklarını kanıtlayabilmeleri için ölmeleri 
gerekmektedir. 


Jones'un tarikatına mensup müritler sürekli cezalandırılma korkusuyla yaşarlardı. 
Jones müritlerinin en ufak bir yanlısında onları cezalandırır ve disiplini sağlamak 
için hunharca dövdürürdü. Bu şekilde o çok arzuladığı itaatı sağlamaktaydı. 
Ayrıca müritleri arasında en ufak bir gevşekliğin ve isteksizliğin ortaya çıkmasına 
neden olacak tüm faktörlerin önlemini alıyordu. 


Müslümanlar da tıpkı Jones'un müritleri gibi tüm hayatlarını sürekli korku içinde 
yaşarlar. Kendileri gibi düşünmeyen insanları kendilerini en çok korkutan 
cehennem, şeytan gibi absürt ve batıl şeylerle korkutmaya çalışırlar. Bu korkunun 
nereden geldiğini anlamak için Kur'an'dan sadece bir kaç ayet okumak yeterlidir. 
Müslümanlar kültleri ile ilgili hiçbir şeyi kafalarında sorgulayamazlar. 
Muhammed'in peygamberliğini veya Kur'an'ın ilahiliğini sorgulamaya kalkışmak, 
Müslümanların beyinlerinin korku ile kilitlendiği ve kuyruk sokumlarına kan 
dolaşımının durduğu andır. 


Müslümanların tek korkusu sadece psikolojik değildir. Fiziksel cezalar da İslam'ın 
temel taşlarını oluşturan tamamlayıcı bir terbiye şeklidir. Müslüman çocuklar 
daha küçük yaşlarda medreselerde dayak yemeye alıştırılır ve İslam'ın kontrol 
mekanizmasını beyinlerine iyice kazımak için ayak bileklerine zincirler takılır. 
Bunun birçok örneğini az gelişmiş, fakat İslam'ı gelişmiş Müslüman ülkelerden 
çok daha iyi uygulayan Pakistan ve Afganistan gibi ülkelerde çokça görmekteyiz. 
Fiziksel cezalar sadece çocuklarla kalmıyor, yetişkinler de şeriatın ön gördüğü 
şekilde kırbaçlanıyor ve hatta taşlanarak öldürülebiliyorlar. 


Muhammed ve Jim Jones gibi narsist kişilerin, kendilerine zıt görüşlü ve karşıt 
fikirli insanlara tahammülü yoktur. Her ikisi de müritlerinin onları eleştirmelerini 


81 


ve sorgulamalarını yasaklamıştır. Muhammed kendisine karşı savaşan kişileri 
yalnız ona inandıkları takdirde affetmiştir. Örneğin kuzeni Ebu Sufyan. Ebu 
Sufyan Muhammed'in Mekke'yi ele geçireceğini önceden sezdiği için Müslüman 
olmuş ve hatta Mekke ele geçirildikten sonra oraya Muhammed tarafından vali 
olarak atanmıştır. Fakat Muhammed kendisine inanmayanları ve kendisini 
ciddiye almayanları asla affetmemiş ve kellelerini vurdurmuştur. Yüzlerce hatta 
binlerce insan sırf Muhammed'e inanmadıkları ya da İslam'ı terk ettikleri için 
kellelerini kaybetmişlerdir. 


İşte bu yüzden Muhammed karşıt fikirli insanlara hiçbir zaman tolerans 
göstermedi ve ona inanan Müslümanlar hala bugün aynı geleneği 
sürdürmektedir. İslam ve Muhammed karşıtı konuşan insanlar teker teker 
susturulmaktadır. İşte bu yüzdendir ki, İslam'ı terk eden bizlerin sesi duyuldukça 
Müslümanlar gerçeği görecek, mensubu oldukları kültü ve bin dört yüz yıllık 
yalanı sorgulama gücünü ve cesaretini kendilerinde hissedeceklerdir. 


Jones'un tam 6 yıl boyunca yüksek rütbeli müritlerinden biri olan ve sonradan 
düzenbazlığın farkına varıp People's Temple'ı terk eden Jeanne Mills adlı eski 
tarikat üyesi söyle konuşmuştur: “Kilisede kusursuz bir şekilde uygulanan önemli 
bir kanun vardı. Hiç kimse Jones'u eleştirmeyecek ve sorgulamayacak.” Bu 
düşünce tarzı bugün Müslümanlarda da aynı şekilde devam etmektedir. Hiç kimse 
Muhammed'i sorgulayamaz ve eleştiremez. 


Bugün İslam dininin şart koştuğu şeriat kanunun uygulandığı bir ülkede yaşayan 
insanlar, Muhammed veya İslam'ı eleştirdikleri takdirde öldürülürler. Şayet 
İslami bir ülkede yaşamıyorsanız Müslüman olmadığınız halde bile suikasta 
kurban edilebilirsiniz. Hollandalı film yapımcısı Theo Van Gogh İslam'da 
kadınların yerini anlatan bir film yapmış ve Müslümanlar tarafından 
katledilmiştir. Ettore Caprioli, “Şeytan Ayetleri” kitabını İtalyancaya çevirdiği için 
feci şekilde yaralanmıştır. Hitoşi İgarişi, aynı kitabı Japoncaya çevirdiği için 
Tokyo'da Müslümanlar tarafından öldürülmüştür. William Nyagaard, aynı kitabı 
Norveççeye çevirdiği için bıçak darbeleri almış ve şans eseri hayatta kalmayı 
başarabilmiştir. 


Amaç, insanların gözünde o kadar çok terör estirmektir ki, hiç kimse İslam'a karşı 
eleştiride bulunmaya cesaret edemesin. Deborah Blakey, People's Temple'ın bir 
başka eski üyesi, tarikattan ayrıldıktan sonra tarikat hakkında şöyle bir 
konuşmayı dile getirmiştir: “Jones hakkında en ufak bir anlaşmazlığı bile hainlik 
kabul ederdik. Her ne kadar içinde olduğum durumun yanlış olduğunu 


82 


biliyordumsa da, fikir ayrılığına düşen insanların Jones'u çok sinirlendirdiklerini 
bildiğim için her zaman sustum.” 


Jim Jones kadın müritleri ile sürekli cinsel ilişkiye girmekten zerre kadar 
çekinmemiştir. Muhammed de aynı şekilde akrabaları ve küçük yaşta kızlarla hiç 
de ahlaki bulmadığımız cinsel münasebetlerde bulunmuştur. Muhammed'in en 
küçük yaştaki hanımı Aişe, Ahzab Suresi'nin 51. ayeti “indikten” sonra ortada 
dönen düzenbazlığı sezmiş ve rahatsızlığını şu şekilde dile getirmiştir: 


“Bakıyorum da, senin Efendi Tanrın, yalnızca senin şeyinin keyfini yerine 
getirmek için koşturuyor.” 


Muhammed kendi gelini Zeyneb ile evlenmiş, Mariye adlı cariyesi ile diğer karısı 
Hafsa'nın yatağında yakalanmış, daha oyuncak çağında olan 9 yaşındaki Aişe ile 
evlenmiştir. Üstelik kendisine gelen vahiylerin en iyilerini Aişe'nin yatağındayken 
aldığını iddia etmiştir. Hayatının son yıllarında bir gün emekleyen tatlı bir küçük 
bebeği görmüş ve ailesine bebek büyüyünce onunla evlenmek istediğini 
söylemiştir. Ne şanslı ki, küçük kız daha büyüyemeden Muhammed geberip 
gitmiştir. “Kâfir” diyerek ötekileştirdiği insanlara karşı düzenlediği baskınlarda 
genç kızları cariye olarak almış ve ailelerini öldürmüş ve öldürtmüştür. 


Burada aklımızda bir soru belirebilir. “Madem Muhammed bu kadar kötü birisi, 
neden insanlar onun peygamberliğine inanmakta devam ediyorlardı?” O 
dönemde yaşamış tüm Arapların bunca kötülüğe neden ses çıkatmadıkları bir 
başka sorudur. Oysa bunun nedeni de zaten korktukları içindi. Muhammed 
kendisi hakkında ileri geri konuşanları teker teker susturmuştur. 


Jones'un müritleri kendi aileleri ve en yakınları aralarında bile Jones hakkında 
ileri geri konuşamamışlardır. Kişinin annesine ya da babasına bile güvenirliliği 
yoktu. Herkes Jones'un muhbirliği görevini yapıyordu. Tarikat karşıtı her söylem 
ve dedikodu Jones'a bildirilirdi. Müritler Jones'a olan bağlılıklarını bu şekilde 
ispatlıyordu. Tıpkı Jones gibi Muhammed'in de inananları arasında ona haber ve 
bilgi veren adamları vardı. Tüm Müslümanlar potansiyel ispiyoncu durumunda 
idi. Muhammed müritlerini birbirlerine karşı kullanmak ve üzerlerinde daha çok 
kontrol sahibi olmak için şu ayeti indirmiştir: 


“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve 
kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar, 
zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe 23) Jim Jones müritlerine kişiler arasındaki 
ailevi bağların aslında düşmanın bir oyunu olduğunu söylemiştir. Müritlerin 
gerçek aileleri genetik yakınları değil, kültün içinde bulunan diğer kült üyeleriydi. 


83 


Tıpkı Jim Jones gibi Muhammed de insanların ailevi bağlarının bazen kültün 
önüne bir engel olarak çıkabileceğini görmüş ve müritlerinden böyle bir durumda 
ailelerine bağlı kalmamalarını emretmiştir: 


Ankebut 8. Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şâyet onlar seni, 
hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu 
takdirde onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak bana olacaktır ve ben yapmakta 
olduklarınızı size haber vereceğim. 


Jim Jones'u en çok sinirlendiren olay kültten ayrılanların olması idi. Jim Jones 
kültten ayrılanları sert bir şekilde eleştirmiş ve onları kültün içinde oluşan 
sorunlardan sorumlu tutmuştur. 


Müslümanlarda da aynı kafa yapısını görmek mümkündür. Müslümanların en 
nefret ettiği kişiler “dinden imandan” çıkanlar, yani kültten ayrılanlardır. 
Muhammed dinden çıkanlar hakkında şöyle konuşmuştur: 


Resulullah (sav) buyurdular ki: “Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim de 
Allah'ın Resulü bulunduğuma şehadet eden kimsenin kanı, üç hal dışında helal 
değildir: Zina yapan dul. Cana can kısas. Dinden çıkıp cemaatten ayrılan.”|1| 
Jones'un karizmatik kişiliği ve güçlü konuşma kabiliyeti insanları kolayca 
kandırabilmesini sağlıyordu. İnsanların duymak istediği güzel vaatleri dile 
getirmesi, müritlerinin kalplerini fethedmesinde etkili rol oynamıştır. 


Tıpkı Jones gibi, Muhammed de etkili konuşma gücünün bilincinde idi. O yüzden 
Müslüman şairlere Kur'an'ı şiirsel bir dille yazdırmış, kendisini eleştiren şairleri 
ise teker teker öldürtmüştür. Muhammed der ki: 


“Beyanın bir kısmında sihir vardır.” [2] 


(as 


Şurası muhakkak ki beyanda sihir vardır, şurası da muhakkak ki şiirde de 
hikmetler vardır’ buyurdu.” [3] 


Übey İbnu Ka'b (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) 
buyurdular ki: “Şiirde hikmet vardır.”[4] Jones'un tarikatı “People's Temple” 
ortaya ilk çıktığında müritlerin çoğu toplum içinde ezilmiş zenciler, yoksullar ve 
hayattan umduğunu bulamamış ihtiyar kişilerden oluşmaktaydı. Bu durum, 
İslam'ın ilk ortaya çıkışında Muhammed'in kültüne katılanları benzer bir şekilde 
tanımlar. Muhammed'e ilk inananlar köleler ve fakir Mekke halkıydı. Kölelere 
sahiplerinden kaçmalarını ve beraberinde Mekke'ye hicret etmelerini emretmiştir. 
Tüm müritlerine ölümden sonra harika bir hayat, bu dünyada ise zenginlik 


84 


vaatlerinde bulunmuştur. Zenginlik daha sonra kervan baskıncılığı ile 
gerçekleşmiştir. 


Kaynaklar: [1] Kaynak: Buhari, Diyat 6; Müslim, Kasame 25, (1676); Ebu Davud, 
Hudud 1, (4352); Tirmizi, Diyat 10, (1402) [2] Buhari, Muhammed İsmail, 
Camiu's - Sahih (Sahihu'l-Buhari) Çağrı Yay. İst. 1981, Nikâh, 47; Ebu Davud, 
Sünen, Çağrı Yay. İst. 1981, Edeb, 87 [3] Ebu Dâvud, Edeb 95, (5011); Tirmizi, 
Edeb 63, (2848). [4] Buhâri, Edeb 90; Ebu Dâvud, Edeb 95, (5010); Tirmizi, Edeb 
69, (2847); İbnu Mâce, Edeb 41, (3755). 


85 


Muhammed'in Mal Varlığı 


Muhammed'in evinde 2-3 ay aş için ateş yanmadığı; bu evde su ve hurmadan 
başka yiyecek bulunmadığı yolunda patetik hadisler nakledilmiştir. Bu hadislerin 
Buhari'de yer alma konusu başka bir tartışma konusudur, çok da uzun sürer. 


Başka hakikatlere bakalım -bırakalım tenakuz olarak kalsın-: 
*Çok zengin bir kadın olan Hatice'den miras kalanlar 

*Ebu Bekir'in sağladığı mallar 

*Medinelilerin sağladığı mallar 


*Düşünülemeyecek kadar çok ganimetler: Medine yakınlarındaki Hurmalıklar; 
Hayber Hurmalıkları; Fedek Hurmalıkları. Bkz. Sahih-i Buhari tecrid: 1288 nolu 
hadis ve Kamil Miras'ın açıklamaları. 


*Humus (savaş ganimetinin beşte bir payı) 


*Ayetnip (Bazı savaş ganimetlerin tümü. Örnek: Nadiroğullarından Fedek 
Halkından elde edilen ganimet böyle olmuştur. F. Razi: 29/284; Kurtubi 18/19) 


*HAŞR SURESİ 6. AYET: 6 - Allah'ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere 
gelince siz onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz. Fakat Allah peygamberini, 
dilediği kimselerin üzerine salar. Allah her şeye kadirdir. 


Haşr Suresi'nin 6. ayetinin tefsiri: Elde edilmesinde zorluk olmayan ganimete de 
fey' adı verilmiştir. Şer'an da fey', kâfirlerin mallarından müslümanlara dönen 
ganimet ve haraç gibi gelirler demektir. Denilmiştir ki ganimet, harb esnasında 
kâfirlerden üstünlük ve galibiyyetle alınan şeylerdir. Hükmü, Enfâl Süresi'nde 
geçen "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, 
Resulüne..." (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşte birdir. Fey' ise harp bittikten ve 
feth edilen yer Dar-ı İslâm olduktan sonra onlardan alınan mallardır. Hükmü, 
beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlarına uygun olan yönlere sarf 
edilir." âyette geçen zamirinden maksat, yurtlarından sürülen kâfirler, yani Beni 
Nadir'dir. Onlardan Resulullah (s.a.v)'a ganimet olarak verilenler de, bırakmış 
oldukları taşınır ve taşınmaz malların ganimet olmak üzere Resulullah'ın eline 
verilmesi ve tasarrufuna geçirilmesi demektir. 


SÜNNETE BAKALIM: Nadir Oğulları'nın malları, elde edilmesinde fazla zorluk 
çekilmeyen ganimet kabilinden bir fey' olarak kalmıştı. Sahâbiler bunun, Bedir'de 


86 


olduğu gibi Enfâl Süresi'nde bulunan âyetlerin hükmü gereğince beşe bölünerek 
kalanın taksim edileceğini sanmışlardı. İşte bu âyetle bunun bilhassa Resulullah'a 
aid bir fey' olduğu beyan edilerek buyuruluyor ki, Allah'ın yurtlarından 
çıkarmakla perişan ettiği o kâfirlerden fey' olarak Resulü'ne iâde buyurduğu mala 
gelince siz ona ne at oynattınız ne de deve. 


HADİSE BAKALIM TEKRAR: Buhari, Müslim Tirmizi, Nesai ve diğer kaynaklarda 
rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer demiştir ki, "Nadir Oğulları'nın malları, Allah 
Teâlâ'nın, Resulü'ne ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda 
müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah'a 
mahsustu. Hz.Peyamber bu maldan ehlinin bir senelik nafakasını ayırdı, kalanını 
silah ve hayvanat ile Allah yolunda hazırlanmak için sarfetti. Nadir Oğulları'na 
karşı yapılan kıtal da ehemmiyetsizdir." (SÜNNET VE HADİS DIŞINDA yukarıdaki 
ayet tefsiri Elmalılı Hamdi Yazır'dan alıntılandı.) 


* “De ki, ganimetler Allah ve Peygambere aittir.” (Enfal, 8/1), 


* Muhammed'in şahsi zenginliğinin DİĞER işaretleri: 60'tan fazla kölesi, 20 
cariyesi; karılarından Aişe'nin bir andını bozması üzerine KENDİSİNE AİT 
OLANLARDAN 40 köle birden AZAD etmesi (Buhari; tecrid hadis no: 699 ve 
devamına dair Kamil Miras'ın izahı) 


* Veda Haccı öncesinde kendi hazinesinden 100 deve kurban kestiren, hatta bir 
kısmını da kendi kesen; bir kısmını da damadı Ali'ye kestirEBİLECEK bir 
dünyalığa sahip olması (Buhari ve Müslim'de Kitabu”l-hac'ca bkz). 


* Rukye: Nefes etme ve okuma sonucu tedavi ettiği-yani E't-Tıbbün-nebevi'yi 
uyguladığı vakalarla doludur Kütüb-i Sitte. Her defasında Rukye adı altında ücret 
aldığın: koyun sürüleri, kurutulmuş, yoğurt, et, artık “şifa bulan'ın gönlünden ne 
koparsa, gücü ne kadarsa ÜCRET almıştır Muhammed (s.a.v). Uhruc duası ile 
(“Uhruc adevullah, ene resullullah!”) diyerek cin çıkaran da bu Muhammed 
Mustafa'dır. 


* El-Müellefetül Kulüb ve ganimetlerin büyüklüğüne örnek: Hevazin-Huneyn 
savaşında ganimet olarak elde edilenler Buhari'nin e's-Sahih'inde sayılıp dökülür: 
6 bin kadın; 24 bin deve; 40 bin davar; 4 bin okiyye gümüş. Taberi ve Ceziri'ye 
göre düpedüz RÜŞVET VEREREK kabilenin ileri gelenlerinin “kalplerini İslam'a 
ısındıran” (Yaşar Nuri terminolojisi ile) da bu zat. Ebu Süfyan'dan Hars oğlu 
Ala'ya kadar 15 kişilik putataparlara İslam'a gelsinler diye YÜZER (100'ER) deve 
veren de o. Kur'an'a El-Müellefetül Kulüb diye de girmiş bu olay. 


87 


Sahihi Buhari'de ve İbni İshak'ta Cabir b. Abdullah rivayetine göre şunları 
okuyoruz: 


Benden evvel hiç kimseye (diğer nebilere) verilmedik beş şey, hep birden bana 
verilmiştir: 1-) Düşmanın kalbine korku salmak 2-) Yeryüzü bana namazgah 
kılındı 3-) Cihad yolu ile bana ganimet helal edildi ("'Ganaim bana helal edildi" 
Halbuki benden evvelki Nebilere helal değildi) 4-) Bana Şafaahat verildi 5-) Bütün 
kavimlerin peygamberi sayılmak ("Benden evvel her nebi hassaten kendi 
kavmine ba's olunurken; ben umum-ı nasa ba's olundum") Buhari, c. Il, s. 223 


* Enfal Suresi: 1 - Sana ganimetlerin bölüştürülmesini soruyorlar. De ki, 
ganimetlerin taksimi Allah'a ve Resulüne aittir. Onun için siz gerçekten mümin 
kimseler iseniz Allah'tan korkun da biribirinizle aranızı düzeltin. Allah'a ve 
Resulü'ne itaat edin. (Elmalılı Meali) 


* De ki; enfâl (ganimet), Allah ve Resulünündür. Yani enfâl hakkında hüküm 
vermek Allah'a ve Resul'e mahsustur. Bunda kimsenin oyu ve onayı yoktur. Allah 
nasıl emrederse Resul de onu öylece tebliğ ve icra eder (Elmalılı Tefsiri) 


* Enfal Suresi: 41- Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız her hangi bir 
şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. O da peygambere ve ona yakınlığı 
olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir. Eğer siz Allah'a iman 
etmiş, hak ile batılın ayrıldığı o gün, iki ordunun karşı karşıya geldiği o (Bedir) 
günü kulumuza indirdiğimiz âyetlere iman getirmiş iseniz bunu böyle biliniz. Ve 
biliniz ki, Allah, her şeye kâdirdir. (Elmalılı Meali) 


Kendi payından 1/5'den fakir fukara & garip gurebayı doyurmakla mükellef iken 
Seyyid-i Kâinat genellikle bunları kendisine ve aile efradına sarf ederdi: 


Örnek 1-) Hayber fetinden sonra hayber arazisinden çıkan bütün meyve, hububat 
cinsi ürünlerin önemli bir kısmını (Öksüz, yoksul, fakir ve gariplere d e ğ i l) 
Hane-i saadetine -kadınlarına kullanımlık- için göndertmiştir. Buhari: e's- 
Sahihlerden Abdullah İbn Ömer rivayetidir. C. VII, Hadis no: 1052 


Örnek 2-) Beni Nazır Yahudilerinden ele geçirdiği malları kendi ailesinin geçimine 
ayırmıştır. Sahih-i Buhari, Cilt VII, s. 332. 


* Cihad etmeden (at sürmeden) ele geçirilen ganimetleri HİÇ PAYLAŞMAZDI: 


Haşr Suresi: 6 - Allah'ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz 
onun üzerine ne at, ne de deve sürmediniz. Fakat Allah peygamberini, dilediği 
kimselerin üzerine salar. Allah her şeye kadirdir. (Meali) Haşr 6: Buhari, Müslim 


88 


Tirmizi, Nesai ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer demiştir ki, 
"Nadir Oğulları'nın malları, Allah Teâlâ'nın, Resulü'ne ganimet olarak verdiği, 
elde edilmesi hususunda müslümanların ne at ne de deve sürmediği ganimet malı 
idi ve Resulullah'a mahsustu. Hz.Peygamber bu maldan ehlinin bir senelik 
nafakasını ayırdı, kalanını silah ve hayvanat ile Allah yolunda hazırlanmak için 
sarfetti." (Alusi Tefsiri) 


* Savaşa katılmış olan kadınlara ganimetten (Ganaim) pay ayrılmaz. Bu 
konuda kadınlara hak tanınmamıştır. Buna karşılık savaşa katılanatlara hak 
tanınmıştır. Örnek: Abdullah İbn-i Ömerden rivayetine göre Muhammed ganimet 
alnan mallardan her bir süvariye bir "sehm" (pay); ve süvarinin sahip 
bulunduğu "AT" için ise 2 "sehm" (pay) ayrılmasını öngörmüştür; böylece 
süvarilere 3 pay üzere "nasib" kılınmalarını sağlamıştır. Sahih-i Buhari, Hadis no: 
1635. C: X. 


* Bu ganimet konusu çok hassas bir mevzuudur: Bu "Ganimet Siyaseti" İslam'a 
taraftar ve saha kazandırmak açısından son derece yararlı olmuştur. Muhammed 
taraftarları çete saldırıları, baskın, mukatele ve kıyımda meşruiyet ve çıkar 
görerek kılıç sallamışlardır. 


* Ganimet derken tam olarak ne kastediliyor ve bu savaş ve kıyımlar sonunda 
üleştirilen nedir? 


Bakalım neymiş: 


* Köle (kadın ve çocuklar) * Cariye * Hurmalıklar, verimli-verimsiz bütün 
topraklar * Deve, at, koyun, kuzu ve her türlü davar * Gümüş - altın - gibi tüm 
mücevheratlar * Ele geçirilen silahlar 


* “Hicri 3. yılda Muhayrık adındaki sahabisi Muhammed'e vasiyet yoluyla 7 (yedi) 
hurma bahçesi bağışlar.” (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi) Bunları 
Beyt'ül-Mal'a (devlet bütçesine katıp fakir fukara-garip gurebayı doyuracak yerde, 
kullanımı hane-i saadetine devretmiştir. Kadınları ve ev ahalisi ve kendisi bundan 
sebeplenmiştir. 


* Mealen bu yazılanlara hilafen rivayet edilmiş hadislerden örnekler: 


1-) “Peygamber öldüğünde, zırhı, bir yahudi'de 30 dirhem karşılığında rehin 
imiş.” Sahih-i Buhari 


2-) “Biz peygamber karılarının evinde 2-3 ay bazen geçerdi de evde ateş yanmaz, 
sıcak aş pişmez idi.” E's-Sahihlerde Aişe'den rivayet edilir. 


89 


3-) “İki kara nesne ile yaşıyorduk: Hurma ve su. Peygamberin Medineli komşuları 
vardı bunların sağılan koyunları vardı. Sağdıkları koyun sütünden Nebiiye 
armağan gönderirlerdi. Peygamber bize de içirirdi.” (Buhari'den yine Aişe rivayet 
eder.) 


Bunları okuyan, işitenler ağlarlar camilerde. Veda Haccında 100 deve kişisel 
servetinden kestiren; bayramlarda ikişer koç kestiren bir adam nerede ise yarı aç- 
yarı tok yaşar ve karnına “açlıktan taş basarmış”. 


* Es-Sahihlerden (Buhari hadislerinden) son çarpıcı bir örnek: 


“Adamın biri peygambere gelip istekte, yardım talebinde bulunuyor. Peygamber 
de o kişiye iki dağın arasını dolduracak kadar çok koyun verdi.” 


Bu bonkörlüğün sebebi: “ganaim'. Hay'dan gelen (mal-mülk); Huy'a (Muhammed 
hazretleri) gider. 


90 


Muhammed'in Köleleri 


Aşağıdaki liste ağırlıklı olarak Prof. Dr. Celal Yeniçeri'nin “Hz. Muhammed ve 
Yaşadığı Hayat” isimli kitabından derlenmiştir. Doğrusunu söylemek gerekirse, 
böyle bir listeyi bu kadar derli toplu bir şekilde başka bir kaynakta (tabii 2. el 
kaynak olarak) bulmak mümkün değil. Bu yüzden bu çalışma bence takdire 
şayandır, kendisini tebrik ederim. Yorum kısımları bana aittir ve bazı ufak 
eklemelerim de olmuştur. Zaten okuduğunuzda bunu fark edeceksiniz. 


Kadın Köleleri (Cariyeleri) 
1- Emetullah: Sadece hizmetçi olarak gösteriliyor. 
2- Ümeyme: Muhammed'in abdest alma işlerine bakıyor. 


3- Bereket (Ümm-ü Eymen): Muhammed'e babasından miras olarak kalmış ve 
ona dadılık yapmış. Muhammed onu Zeyd b. Harise ile evlendirmiş ve ondan 
Üsame'yi doğurmuştur. İlginç olan Ümmü Eymen'in Zeyd ile evlendiğinde 
oldukça yaşlı olmasına rağmen ondan bir çocuk dünyaya getirmesi. Zeyd yaşlı 
hanımı Ümmü Eymen'den nasıl bir çocuk yaptı anlamak mümkün değil. Çünkü 
Ümmü Eymen Muhammed'e dadılık yapmış. Muhammed onun için “annemden 
sonraki annem” demiş. Zeyd Muhammed'in üvey oğlu, Ümmü Eymen de annesi 
gibi kabul ettiği baba mirası köle-dadısı. Aradaki yaş farkı had safhada. 


4- Hadra: Hakkında fazla bilgi yok. Azad edildiği söyleniyor. 


5- Huleysa: Muhammed'in hanımı Hafza'nın mevlâsı. (Bu kelime bazı yerde köle, 
bazı yerde azadlı köle veya hizmetçi, sırdaş, dost vb. anlamlar veriyor.) 


6- Havle: Muhammed'in hizmetçisi. (Evinini süpürüyormuş. ) 


7- Rezine (veya Ruzeyne): Muhammed'in Hayber'de ganimet olarak esir alıp 
evlendiği Yahudi asıllı eşi Safiyye'ye ait. Birinci sıradaki Emetullah'ın annesi aynı 
zamanda. 


8- Radva: Hakkında bilgi yok, sadece isim olarak geçmiş. 
9- Saibe: Bilgi yok. 
10- Sedise: Hafza'ya ait olduğu söyleniyor. 


11- Sellâme: Muhammed'in cariyelerinden Marya'dan olan oğlu İbrahim'e dadılık 
yapmış. 


91 


12- Selmâ: Muhammed'in bir defada azad ettiği dört kölesinden birisi. İbn-i 
Kesir'e göre aile içinde önemli bir yeri varmış. İyi bir ahçıymış ve Muhammed ile 
çarşıya da çıkarmış. Hakkında geniş bilgi var ama burada yazmaya gerek yok. 


13- Şirin el-Kopti: Muhammed'in çocuk yaptığı cariye Marya'nın kız kardeşi. Mısır 
kralı Muvakkıs tarafından hediye olarak gönderildi. Muhammed de onu ünlü şairi 
Hasan b. Sabit'e hediye olarak vermiş. 


14- Unküde: Aişe'ye ait bir cariye. 


15- Meymune bint Sad: Muhammed'in azadlı cariyelerinden. Pek çok hadis rivayet 
etmiş. 


16- Meymune bint Uneyse: Muhammed'in azadlı cariyelerinden. 

17- Dumayra: Muhammed'in bir defada azad ettiği dört kölesinden birisi. 
18- Ümm-ü Ayyaş: Muhammed onu Osman ile evlendirdiği kızına vermiş. 
19- Meymune b. Ebi Abis: Bilgi yok. 


20- Marya el-Kopti (zevce cariye): Mısır kralı Muvakkıs tarafından hediye edildi. 
Muhammed'in zevce-cariyesi. Ondan bir çocuğu oldu, adı İbrahim. 


21- Nefise (zevce-cariye): Muhammed bir ara Zeyneb'den üç aylığına ilişkiyi 
kesiyor. Üç ay sonra onunla barışınca Zeyneb kendisine bu cariyeyi hediye ediyor. 
Bu cariyenin güzelliğinden dolayı Muhammed ona “nefis” anlamına gelen 
“Nefise” (yani “nefis'in dişil olanı) ismi veriyor. Muhammed onu cinsel amaçlı 
olarak da kullanıyordu. 


22- Cemile (zevce-cariye): Bir harpte ganimet olarak hissesine düşüyor ama hangi 
harp olduğu belli değil imiş (Bence Kureyza esirleri arasındaydı.) Muhammed onu 
da cinsel ihtiyaçları için kullanıyordu. Tarihçiler bu konuda ittifak etmişlerdir. 


Not 1: Kureyza baskınında Muhammed Kureyza kabilesinin erkeklerinin 
boyunlarını vurdurmuş, kadınlarını da esir almıştı. Muhammed'in payına 1/5 
humus hissesi olarak 150-200 civarında kadın ve çocuk ganimet olarak düşmüş, 
Muhammed de onları Şam esir pazarında sattırıp onların parasıyla savaş için at 
ve silah almıştır. (Not: Anneler ve çocukları ayrı ayrı satılmış ve çocuklar hem 
annesiz bırakılmış hem de köle olarak meçhul bir yaşama itilmiştir; akıbetleri 
bilinmemektedir. Zannımca ufak yaştaki kız çocukları yeni sahiplerinin cinsel 
istismarına uğramıştır.) 


92 


Not 2: Kureyza'da esir alınan Reyhane'yi bu listeye dâhil etmedim çünkü onun 
cariye olarak mı kaldığı yoksa Muhammed'in hanımı mı olduğu daima tartışmalı 
bir konu olmuştur. Prof. Dr. Celal Yeniçeri onu zevce-cariye olarak 
değerlendirmiş. 


Erkek Köleleri 


1- Usâme: Zeyd'in oğlu. Bu listeye dâhil edilmeyebilir. (Prof. Celal Yeniçeri almış.) 
Tabii Zeyd'in yaşlı hanımı Ümmü Eymen'den bu çocuğu nasıl yaptığını anlamak 
mümkün değil. Muhammed son günlerinde Usâme'yi İslam orduları 
başkomutanlığına getirdiğinde yaşı 18-19 idi. 


2- Eslem: Gazvelerde Muhammed'in eşyalarını taşıyormuş. 


3- Enese b. Ziyad: Bedir ve Uhud harplerinde Muhammed'in mevlası olarak yer 
almış. 


4- Eymen: Ümmü Eymen'in oğlu Usâme'nin anadan bir kardeşi. Muhammed'in 
abdest suyunu hazırlarmış. Hüneyn Savaşı'nda ölmüş. 


5- Bâzam: Bilgi yok. Adı Tahman olarak da geçiyormuş. 


6- Sevbân: Seferde olsun pazarda olsun Muhammed'in yanından hiç ayrılmazmış. 
Daha sonra Humus şehrine yerleşmiş ve Hicri 54 yılında orada vefat etmiş. 


7- Huneyn: O da Muhammed'in abdest alma işlerine yardımcı olur ve su temin 
edermiş. Ondan kalan suyu da sahabeye takdim edermiş. 


8- Zekvân: Bilgi yok. 


9- Râfi (Ebu Râfi): Muhammed'in Beni Nadir arazilerindeki kâhyası olarak görev 
yapmış. Muhammed'e turfanda meyve ve sebzeyi buradan o getirirmiş. 


10- Rebâh: Muhammed'i ziyaret edenlerle ilgilenirmiş. 
11- Ruveyfa: Kendisi hakkında bilgi yok. 


12- Zeyd b. Harise: Çok aşina olduğumuz bir isim. Kur'an'da bile ismi geçiyor. 
Muhammed'in, hanımı Zeyneb'i aldıktan sonra sürekli komutan olarak sefere 
çıkarttığı eski kölesi, sonraki üvey oğlu ve başkumandanı. 


13- Zeyd Ebu Yesâr: Bilgi yok. 


93 


14- Sefine: Muhammed'in hanımı Ümmü Seleme'nin kölesi. Asıl adı Mehran. 
Muhammed'e hizmet etmesi şartı ile Ümmü Seleme onu azad etmiş. Gazve ve 
seriyyelerde eşyaları onun sırtına yüklerlermiş. 


15- Selmanu'l Farisi: Muhammed onu ehl-i beytine dâhil etmiş. Hendek 
Savaşı'nda hendek kazılması önerisi ondan gelir. Epey ünlü bir isimdir. Her yerde 
detaylı bilgi bulunabilir. 


16- Şakrân: Muhammed'e babasından miras olarak kalmıştır. Mureysi (Ben-i 
Mustalık) gavzesinde elde edilen ganimetlerden yolda dökülenleri toplamakla 
görevlendirilmiş. 


17- Dumayra: İslam öncesi dönemde köle yapılmış. Muhammed onu satın alıp 
azad etmiş. 


18- Tahmân (Mervan): Muhammed'in Hayber'deki arazilerine bakan kâhya- 
kölesi. 


19- Ubeyd: Bilgi yok. 


20- Fadâle Yemani: İsmi İbn Hazm tarafından halife II. Ömer için hazırlanan 
listede geçiyormuş. 


21- Kafiz: Bilgi yok. 


22- Kirkere: Savaşlarda Muhammed'in eşyalarını taşıyormuş. Ganimetlerden 
elbise çaldığı için Muhammed tarafından cehennemlik olarak etiketlenmiş. Sahih 
hadis kaynaklarında geçer bu olay. 


23- Keysan: Muhammed'in azadlı kölesi. Muhammed onu azad ettikten sonra 
mevlası olarak zekâttan bir şey yiyemeyeceğini söylemiş. 


24- Mebur el-Kopti: Mısır kralı Mukavkısın Muhammed'e hediye ettiği 3 
kardeşten erkek olanı. 


25- Midam: Hayber ganimetlerinden mal aşırması nedeni ile Muhammed 
tarafından ölüm cezasına çarptırılmış ve cezası infaz edilmiştir. 


26- Nâfi: Bilgi yok. 


27- Nufay: Cemel ve Sıffın harplerine katıldığı söyleniyor ama Muhammed'in 
yanındaki pozisyonu belli değil. 


28- Vâkıd: Bilgi yok. 


94 


29- Hürmüz Ebü Keysân: Bedir Savaşı'na katılmış. Muhammed onu azad etmiş ve 
zekât malından yiyemeyeceğini söylemiş. 


30- Hişâm: Bilgi yok. 


31- Yesâr: Gatafan ve Süleym harpleri sırasında Muhammed'in eline geçmiş. 
Güzel namaz kıldığı için Muhammed onu azad etti. Muhammed'in zekât 
sürülerinin çobanlığını yapıyordu. Ureyne kabilesinden bazı kimseler tarafından 
gözleri oyularak vahşice öldürülmüş daha sonra da Muhammed onlara misilleme 
olarak aynı işleme tabi tutmuştur. (Not: Maide-33 ayetinin bu olay nedeni ile 
“indiği” söylenir.) 


32- Ebü el-Hamrâ: Muhammed'in hizmetçisi olarak geçiyor ama ne hizmetinde 
bulunduğu belirtilmiyor. 


33- Ebü Seleme: Muhammed'in çobanı. 
34- Ebü Safiyye: Bilgi yok. 


35- Ebü Dumayra: Daha önce adı geçen Dumayra'nın babası. İslam öncesi 
dönemde köle yapılmış ve daha sonra Muhammed tarafından satın alınmıştır. 
Muhammed daha sonra onu ehl-i beytine almıştır. 


36- Ebü Ubeyde: Azadlı köle. Ahçılık yapıyormuş. 
37- Ebü Asib: Azadlı köle olarak geçiyor. 


38- Ebü Kebşe Süleym el-Enmâri: Uhud ve sonraki diğer harplere katılmış. 
Muhammed'den çokça hadis rivayet etmiş. 


39- Ebü Muveyhibe: Ben-i Mustalık gazvesinde Aişe'nin devesini sürenlerden. 
Zannımca o da Aişe'nin kölesi idi. Muhammed onu daha sonra azad etmiştir. 


Hürlerden Hizmetçileri 


1--Enes b. Malik 2--Esla b. Şerik 3--Esma b. Harise 4--Bukeyra 5--Bilal b. Rebâh el 
Habeşi 6--Habbe ve Sevâ 7--Zu-Mıhmar 8--Rabi'a b. Ka'b el-Eslemi 9--Sa'd 10-- 
Abdullah Revâha 11--Abdullah b. Mesüd 12--Ukbe b. Âmir 13--Kays b. Sa'd 14-- 
Mugira b. Şu'be 15--Mikdâd b. Esved 16--Mühacir 17--Ebu's-Sehm 18--Ebu Bekir: 
İlginç ama İbn Kesir onu da Muhammed'in hizmetçisi olarak göstermiş. 


Not: Yukarıdaki “hür hizmetçiler”le ilgili bilgilere girmiyorum, istediğiniz kadar 
çok bilgiyi İnternet'te bulabilirsiniz. 


95 
Toplam: 22*39418-79 köle 


Bu konuda en geniş bilgi İbn Seyyidi'n-Nas (Seyiddünnas)'da. Toplam 53 erkek 
köle 15 cariye ve 18 sahabelerden hür hizmetçi ismi geçiyormuş. (Bu bilgi Arif 
Tekin'de geçiyor) İbn-i Kesir'in (el-sira) siretinde de Muhammed'in kölelerinin 40 
kadarınının ismi hayat hikayesi dâhil verilmekteymiş. İbnu'l Kayyum da ise 45 
köle ismi geçiyormuş. İbn Sad (6. 230) ise sadece 17 köleden bahsediyormuş. 
Ayrıca; Hammâd (6. 267 h.)---Teriketü'n Nebi Hakim-Müstedrek Moğultay-el- 
İşare İbnu'l Cevzi-Telkih bu konuda kaynaklar arasında. Muhammed'in Zevceleri 
Muhammed'in en az 30 zevcesi olmuştur. Bu aşağıdaki liste sadece yarısı olup 
geri kalan yarısı ile ilgili çalışmayı da ileriki günlerde bitirmeyi düşünüyorum. 
Bütün bilgiler kaynak gösterilerek verilmiştir. Bu konuda en kapsamlı çalışma 
Arif Tekin'in "Muhammed'in ve Kurmaylarının Hanımları" olup bu aşağıdaki 
bilgiler bu kaynağa dayanmamaktadır. Bütün bilgiler kitap veya internet linki 
bağlamında İslam kaynaklarından alınmıştır. 


1- Hatice: (28 ya da 40 yaşında) Huveylid'ibn Esed'in kızıdır. Daha önce Ebü Hale 
Zürâre ile evlenmiş ve ondan Hind adında bir kızı olmuştur. O ölünce de Atik ibn 
Aiz ile evlenmiş Abdu Menaf isiminde bir çocuğu olmuştur; sonra ondan boşanıp 
Muhammed ile evliliğinde 6 çocuğu olmuştur ama gerek yaşı gerekse çocuklarının 
bazılarının Muhammed'den mi yoksa önceki kocalarından mı olduğu konusu 
tartışmalıdır. Özellikle Şiiler Fatıma dışındaki kızlarının Muhammed'den 
olmadığını; ikinci kocasından veya kızkardeşinin çocukları olduğunu söylerler. 
Yaşı 28 ya da 40'tır. 


2- Sevde bint Zem'a: (50-55 yaşlarında olduğu söylenir.) Muhammed'in eşleri 
arasında en az bilgi sahibi olduğumuz odur. Muhammed ile evlenmeden önce es- 
Sukran ibn Amir ile evli idi. Kocası onu Habeşistan'a götürmüş orada Hristiyan 
olmuş ama Sevde müslümanlığını korumuştur. Daha sonra kocası ölünce 
Mekke'ye geri dönmüş ve Muhammed bakılması ve yetiştirilmesi gereken ufak 
çocuklarını yetiştirmesi için onunla evlenmiştir. Oda Muhammed'in çocukları ile 
kendi çocukları gibi yakından ilgilenmiş ve onları yetiştirip büyütmüştür. Lakin 
Muhammed ondan gördüğü bütün bu iyiliklere rağmen Sevde'nin yaşlı oluşuna 
daha fazla tahammül edemeyip onu boşamak istemiştir. Prof. İbrahim Canan, 
Müslim, Rada 47'den olayı şöyle aktarır: "Hz. Sevde (r.a.)'yi Efendimiz boşamak 
isteyince, büyük kadın gelmiş ve Allah Resulüne adeta yalvarmış...gününü Aişe 
(r.a.)'ye verdiğini ortaya koymuş, tek isteğinin peygamber zevcesi olarak vefat 
etmek olduğunu ifade etmişdi ki, bunlar Allah Resulü'nün nikâhı altında 
kalabilmek için yapılan fedakarlıklardı." [Hadis Ansiklopedisi-Kütüb-i Sitte, c.3, s. 


96 


69] Ölmeden önce kendi oturduğu daireyi Aişe'ye vasiyet etmiş ve o ölünce Aişe 
kendi yatak odasını genişletme imkanı bulmuştu. Bu bilgiyi de Hamidullah İslam 
Peygamberi 5.561 no.1101'de Samhüdi, 2, s. 464'den yaptığı aktarımda buluyoruz. 


3- Aişe: (Yaşı kesin olarak g 'dur) Ebu Bekr'in kızıdır. Muhammed kendisi ile 
nikâhlandığında henüz 6 yaşındaydı, zifafa girdiğinde ise 9. Aişe başlı başına ayrı 
bir başlık konusudur, bu liste içinde detay bilgi vermeyeceğim ama bilahire ayrı 
olarak inceleyeceğim. Şimdilik Martin Lings (Ebubekir Siraceddin)'in Hz. 
Muhammed'in Hayatı kitabı s.142'den bir ufak bir aktarım yapıyorum: "Aişe (r.a.) 
şöyle anlatıyor: Ben arkadaşlarımla beraber bebeklerimle oynardım. O sırada 
Peyganber (s.a.v) gelirdi. Onu görünce arkadaşlarım kaçışırlardı. Fakat 
Peygamber (s.a.v) onları ben onlarla beraber olmak istediğim için geri getirirdi. 
Bazen onlar kaçmaya fırsat bulamadan: "Olduğunuz yerde kalın" derdi. Çocukları 
sevdiği ve kızlarıyla oynamaya alışık olduğu için bazen onlara katılıp oyun 
oynardı. Oyuncakların ve bebeklerin birçok rolleri vardı. Aişe (r.a.) şöyle diyor: 
Bir gün ben oyuncaklarımla oynarken Peygamber (s.a.v) içeri girdi ve: "Ey Aişe 
bu hangi oyun?" dedi. Ben "Süleyman'ın atları" dedim. O da bana güldü. Fakat 
bazen geldiğinde onları rahatsız etmemek için cübbesine bürünür beklerdi." 


4- Hafsa: (Yaşı 18-22 arası olarak geçer kayıtlarda) Ömer'in kızıdır. Daha önce 
Huneys ibn Huzafe ile evliydi ama kocası H. 3. yılında Uhud'da hayatını kaybetti. 
Hafsa 18 yaşında dul kalmıştı ve babası onu önce Ebu Bekr'e vermek istedi ama o 
kabul etmedi sonnra Osman'a vermek istemesine rağmen Osman da evlenmek 
istemedi. (Neden acaba? Belki Uhud'da ölen kocası Osman'ın yakın bir 
arkadaşıydı ve Osman onunla evlenme fikrini "etik olarak" kabul edemedi) Bunun 
durumu Muhammed'e söyleyen Ömer, Muhammed'den şöyle dedi: "Ya Ömer! 
Hafsa, Osman'dan, Osman da Hafsa'dan daha hayirli birisiyle evlenecektir." Ömer 
büsbütün merak içerisinde kalmıştı. Osman'dan daha hayırlı damat kim olabilirdi 
ki? Aradan birkaç gün geçtikten sonra Muhammed Hafsa'ya talib oldu— 
Osman'dan daha hayırlı olan kişi kendisiydi —Ömer'e dedi ki: "Sen kızın Hafsa'yı 
bana nikâhlarsın. Ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikâhlarım..." İlginçtir 
ama Sünni kaynaklarda Ebu Bekr ve Osman'ın Hafza'yı almayı reddetmesinin 
sebebi olarak bu iki ismin de "Peygamberlerinin Hafza ile evlenmek istediğini 
bilmeleri" diye geçer. Ömer onların teklifini reddetmelerine çok içerlenmiş ve 
kızmıştı, normal koşullarda bu iki ismin de saygı ve sevgi duydukları Ömer'in 
teklifini reddetme davranışında bulunmaları biraz uzak ihtimal, bu yüzden bu 
tahmin daha uygun düşüyor bu bağlamda. Ebu Davud'da Ömer'den yapılan bir 
aktarım ile Muhammed'in onu boşadığı ama sonra tekrar geri aldığı (talak-ı reci) 
yazılıdır. (Ebu Davud Talak, c. 2, 2276) Bu durum İbn İshak ve Taberi'de (c. 9, 


97 


dipnot 884, s. 131) de geçer. (Talak-ı reci: Koca bir defa “boş ol”, “seni boşadım” 
derse ve sonra pişman olup eşine dönmek isterse ve kadının iddet müddeti 
geçmemişse mehir vermeden ve tekrar nikâh kıymadan eşine dönebilir. 
Sadreddin Yüksel) 


Hafza'nın yaşını şöyle hesaplayabiliriz: Hicret yılı 622'dir. Hicretin 45. yılı 
ölmüştür (S. Ateş, s. 332) Yani 667 yılında vefat etti. Öldüğünde 60 yaşındadır 
(Taberi, c. 39, s. 174) O halde doğumu 607'dir. Kocası Uhud savaşında ölünce dul 
kaldı. Uhud savaşı yılı 625 tir. Bu durumda dul kaldığında 18 yaşındadır Babası 
Ömer o dul kalır kalmaz onu evlendirmek için Ebu Bekr ve Osman'a gitmiştir, 
kabul görmeyince Muhammed almıştır. Bu durumda muhtemelen dul kaldığı sene 
evlenmiştir ve yaşı 18'dir. (Tabii 1 veya 2 yaş fazla olma ihtimali de Muhammed'in 
onu kocasının ölümüden ne kadar süre sonra aldığına bağlı olarak mümkündür) 


5- Zeyneb binti Huzeyma: (30 yaşındaydı) Necidli Huzeyme'nin kızı. İlk kocası 
müslüman Tufeyl ibni Haris idi ama ondan boşanıp kardeşi Ubeyde bin Haris ile 
evlendi o da Bedir'de hayatını kaybedince dul kaldı. Muhammed onu amcasından 
istedi ve 400 dirhem gümüş mehir vererek aldı. Muhammed onunla evlendiğinde 
30 yaşındaydı (Hamidullah, İslam Peygamberi S. 564, n.1104) Muhammed ile 
evlendikten üç ya da sekiz ay sonra vefat etti. 


6- Zeyneb bint Cahş: (Yaşı 35 ya da 36'dır.) Cahş ibn Riab'ın kızı olup asıl adı 
Berre'dir. Muhammed onun ismini Zeyneb olarak değiştirmiştir. İlginçtir ama 
Muhammed'in Mustalık gazasında esir aldıktan sonra nikâh kıydığı Cüveyriye'nin 
de ilk ismi Berre'dir. Muhammed'in bizzat kendisinden "Zeyd'in zevcesi" diye 
bahsederek Kur'an ayeti “indirdiği” tek eşi odur (Ahzab 35-37) ve Zeyneb Hane-i 
Saadet'te ki eşler arasındaki böbürlenme yarışında hep bunu öne çıkararak diğer 
eşlere havasını atardı. Muhammed Zeynebi alarak daha önce gayrimeşru olarak 
görülen bir anlayışı yıkımış ve bunun yerine üvey oğlunun hanımı ile evlenmeyi 
Kur'ani anlamda helal kılmıştır. Uğruna ayet bile indirmiş olması aşağıda 
Hamidullah'tan aşağıda okuyacağınız bir durumun sonucudur: 


"... Resulullah'ın sürekli müdahalesine rağmen Zeyd boşanmak istiyordu. Bir gün 
Resulullah (AS) onun ailesine karşı gösterdiği bu tutumu değiştirmek amacıyla 
bizzat evinde onu ziyarete gitti ise de Zeyd'i evde bulamadı. Zeyneb evdeydi ve 
yaklaşık 36 yaşında olmasına rağmen, safranlı suda yıkanmış elbisesi içinde pek 
cazibeli bir duruşu vardı; bu görüntü karşısında Resulullah (AS) şöyle 
söylenmekten kendini alamadı: "Gönüller bir halden diğer bir hale evirip çeviren 
Allah'ın şanı ne yücedir!" (M. Hamidullah, İslam Peygamberi, s. 566, no. 1106) 


98 


Zeyneb'in yaşı: Hicret yılı 622'dir Evlendiği yıl (H.3 yılı) 625'dir Hicretin 20. yılı 
vefat etmiştir. (Hamidullah, s. 567) Yani 642 yılında Vefat ettiğinde 53 yaşındaydı. 
(Taberi, c. 39, s. 182) O halde doğum tarihi 642-53-589'dur. O halde 
evlendiğinde yaşı 625-589-36'dır. 


7- Ümmü Seleme: (Yaşı 27 ya da 29'dur) Ebu Umeyye'nin kızıdır. İlk kocası Ebu 
Seleme ile birlikte İslam'ı ilk yıllarında kabul etmişti. Kocası Habeşistan'a hicret 
eden müslümanlar arasındadır ve akrabaları onun hicret etmesini engelleyip 
Mekke'de tutmuşlardır ama daha sonra Medine'ye tek başına gitmesine izin 
vermişlerdir. Hicretin 3 yılı olan 625'de Uhud Savaşı'nda kocası hayatını 
kaybetmesi üzerine 1 yıl yas tutmuş sonra da Muhammed ile 626 yılında 
evlenmiştir. İlginçtir kocası Uhud savaşında müslüman bir mücahit olarak 
hayatını kaybemiştir ama Uhud savaşında müslümanların ağır yenilgi almasına 
neden olan ünlü komutan Halid b. Velid'in de onun yakın akrabası olduğu 
söylenir. Genellikle yaşlı olduğu hatta Muhammed'den 1 yaş küçük olduğu 
söylenir ama bu koskoca bir yalandır. Vefatının hicretin ya 59. yılı ya da 61. yılı 
olduğu hemen hemen her kaynakta geçer ve ayrıca öldüğünde yaşının 84 olduğu 
da geçer. Öyleyse hesabımızı şöyle yapabiliriz: Ümmü Seleme'nin yaşı: Hicret yılı 
622'dir. 59. hicret yılında öldü (Sahih Müslim, c. 2, dipnot: 1218, s. 435) Yani 681 
yılında vefat etti Öldüğünde 84 yaşındaydı. (Sahih Müslim c.2 dipnot: 1218 5.435) 
Öyleyse doğumu 597'dir. 625 yılında Uhud'da kocası öldü ve dul kaldı. 1 yılı 
kocasının ölümüne üzülerek geçmiştir. (Hadislerde onun böyle yas tutması 
oldukça fazla geçer) 626 yılında Muhammed onu almıştır. Bu durumda yaşı 626- 
597 -29'dur. Ama eğer Hicretin 61. yılında vefat etti ise o zaman yaşı 27'dir. 


8- Cüveyriye: (13, 14 ya da 15 yaşındadır) "Cüveyriyye", "cariyecik" demek. Çok 
küçük yaştaydı o sırada. 13 yaşında... Asıl adı Berre'dir ve Yahudi Mustalık 
oğullarından Haris ibn Ebi Dırar'ın kızıdır. Kocasının ismi Musaf bin Safvan'dır 
ama Muhammed'in adamları baskın sırasında onu öldürmüştür. 


Beni-Mustalık baskınında esir düştü ve Sabit ibn Kays ibn Şemmas'ın payına 
düşmüştür. Sâbit onunla mukâtebe yapmıştır. (Mukâtebe: Kölenin bedel karşılığı 
hürriyetinin verilmesi antlaşması) Cüveyriye'nin hürriyetinin bedeli 400 
dirhemdir (ki karşılaştırma yapabilmeniz için şu örnek yerinde olacaktır: O 
dönem Mekke valisin maaşı aylık 30 dirhemdir) ve bu bedeli ödeyerek onu geri 
alacak olan ailesi de (öldürülen kocası hariç) esir durumundadır ve bütün 
servetleri de ganimet olarak ele geçirilmiştir. 


Cüveyriye umutsuz bir durumdadır. Bu yaşadıkları onun gibi daha çocuk denecek 
yaştaki ufak bir kız için fazlasıyla ağırdır ve şok edicidir. İlginçtir ama birileri bu 


99 


kızın oldukça güzel bir kız olduğu konusunda Muhammed'e haber uçurmuş ve 
böyle bir güzelliğin ancak ona layık olduğunu söylemişler ve bunun üzerine 
Muhammed de onu yanına çağırmıştır. (Tabii kaynaklarda onun Muhammed ile 
görüşmek istediği de yazılıdır.) Cüveyriye'nin o an ki halet-i ruhiyesi köle olmayı 
kabul edememiş ve kendisini özgürlüğe kavuşturmak için çırpınan ve fazlasıyla 
korku içinde olan ufacıcık bir kız izlenimi vermektedir. Muhammed ile yaptığı 
konuşma şöyle geçer: "Ey Allahın Elçisi! Ben kabilemin başkanı el-Haris'in 
kızıyım; başıma gelen felaketi ve içine düştüğüm durumu görüyorsun. 
Özgürlüğümü tekrar elde edebilmem için bana yardım et! Allah da sana yardım 
edecektir" (Hamidullah'ın Muhabbar 5.89-90'dan aktarımı) Buna cevaben 
Muhammed de der ki: "Bundan daha iyisini ister misin?" diye sordu. O da: 
"Bundan daha iyisi nedir" diye sordu. O: Senin fidyeni ben ödeyeyim, sen de 
benimle evlen" dedi. 


Muhammed böyle dünya güzeli körpecik kıza, çözüm olarak kendisi ile evlenmeyi 
teklif etmiş o da kabul etmek zorunda kalmıştır; hem de kocasının ölümünden 
sorumlu olan birisinin teklifini. Muhammed onun hürriyet bedeli olan 400 
dirhemi Sâbit'e ödeyerek onu satın alır. 


Daha da ilginç olanı kaynaklar Cüveyriye'nin babası Haris'in kızının fidye bedelini 
ödemek için Muhammed'in yanına develer ile birlikte geldiğini ve bu develeri 
fidye bedeli olarak ödemek istediği yazar. 


Haris Muhammed'in yanına gelerek ona şöyle der: "Sen kızımı esir aldın, işte 
fidyesi" Muhammed: "Fakat Akik ovasında gizlediğin iki deve nerede?" diye sorar. 
Bunun üzerine Haris o iki deveyi de getirerek onları da Muhammed'e verir. (Bu 
bilgi Martin Lings yani Ebubekir Siraceddin'in "Hz. Muhammed'in Hayatı", s. 
259'da vardır.) Tabii bu kızcağız kocasının katili ile evlenecek ve daha kocasının 
kanı kurumamışken zifafa girmek zorunda kalacaktır. 


Cüveyriye'nin yaşını matematiksel olarak hesaplayalım: Hicret yılı 622'dir. 
Hicret'in 57. yılında vefat etti. (Hamidullah, s. 568) O halde vefat tarihi 679'dur. 
Vefat ettiğinde 65 yaşındaydı. (S. Ateş, s. 333) Öyleyse doğum tarihi 61/'tür. 
Evlendiği yıl 628'dir. (Beni Mustalık gazası hicretin 6. yılıdır) O halde 
evlendiğinde yaşı: 628-614-14'tür. 


9- Ümmü Habibe: (Yaşı 32'dir) Asıl adı Remle'dir. Ebu Süfyan'ın kızı. İslamı'ın ilk 
yıllarında kocası ile birlikte müslüman olmuştu. İlk kocası Ubeydullah ile 
Habeşistan'a hicret etmiş orda kocası Hristiyan olmuştu. Muhammed 
Habeşistan'a 


100 


bir elçi göndererek onunla nikâhını gıyaben kıymış ve elçi ile birlikte onu 
getirtmiştir. Bu evlilik Hicri 6. yılda oldu. 


Babası Muhammed'in ezeli düşmanıdır. Muhammed onun kızını almış ve belkide 
bu düşmalığı gidermek istemiştir. Ama Süfyan kızı Ümmü Habibe Muhammed ile 
evlendikten sonra çok değişmiştir. Bir gün Medine'ye Muhammed ile görüşmeye 
gider ve bir arada da kızını görmek için Muhammed'in evine gider ve kızı ile şu 
konuşma geçer aralarında: 


" „Önce, kızının, yani Resulullah (ASY'in hanımı olan Ümmü Habibe'nin yanına 
vardı. Küçücük odasında, yerdeki tek sergi, Resulullah (ASY'ın yatağı idi. Ümmü 
Habibe bunu derhal dürüp kaldırdı. Babası: “Niçin böyle yaptın?” diye sorunca, 
ona şöyle cevap verdi: “Bu Allah'ın Resulünün yatağıdır. Sen ise bir putperestsin 
ve buna oturamayacak kadar necissin, pissin.” Ebü Süfyân ise şu cümleleri 
homurdandı: (Yazık hem de çok yazık. Hamidullah "homurdandı" ifadesi ile güya 
Ebu Süfyan'ı küçümsemeye çalışıyor ama bu tip ifadeler ancak yazarını küçültür, 
hele hele söz konusu baba-kız arasındaki bir diyalog ise) 


“Kızcağızım! Sen bizi terk ettiğinden beri ne kadar değişip bozulmuşsun. 
(Hamidullah, İslam Peygamberi, s. 568-569) 


Yaşını şöyle hesaplayabiliriz: Hicret yılı 622'dir Hicri 44. yıl vefat etti (İbn Sa'd, 
et-Tabakat c.8, 5.100) O halde 666 yılında vefat etti. 7o yaşında iken vefat etti (İbn 
Sa'd, et-Tabakat c.8, 5.100) O halde doğum tarihi 666-70596'dır. Evlendiği tarih 
628'dir (Hicri 6. yıl) O halde evlendiğinde yaşı 628-596-32'dir. 


10- Safiyye: (Yaşı 17'dir) Huyeyy b. Ahtab'ın kızıdır ve asıl adı Zeyneb'dir. 
Muhammed Hayber'in fethinden sonra kocası Kinane b. Ebi Hukayk'ı mücevher 
dolu "Mesk"in yerini öğrenmek için işkence yaptırdıktan sonra boynunu 
vurdurarak öldürmüş ve ayırca babası ile kardeşi de Muhammed tarafından 
öldürülmüştü. (Bu konuyu yakında "Hayber ve Allah'ın vaad ettiği ganimetler" 
konulu başlıkta daha detaylı inceleyeceğim) Safiyye sadece 2 aylık evli bir kadındı. 
Muhammed onu esir aldığı kadınlar arasından "safiyy" payı olarak seçmişti.(yani 
daha ganimet dağıtılmadan önce, Muhammed'in ganimetler arasında istediği malı 
keyfince seçtiği bir liderlik hissesi olarak) 


Katâde (r.a.) anlatıyor: Resulullah gazveye bizzat iştirak edince onun sehm-i 
safiyy denen riyaset hissesi olurdu. Bu hisse, taksimden önce köle, cariye, at gibi 
ganimete dâhil mallardan dilediğinden alırdı. Safiyye validemiz de işte bu 
hissedendi. Gazveye bizzat iştirak etmediği takdirde bu hisse gıyabında ayrılırdı, 


101 


ancak bu durumda seçme hakkı yoktu (ne ayrılmışsa onu kabul ederdi)" [Ebu 
Davud, Harâc 21, 2993] 


Not: Kaynaklar da Safiyye'nin önce Muhammed'in elçisi Dıhye'nin payına düştüğü 
sonra da yine birilerinin bu güzel kadının ancak bir Allah resulüne yakışacağını 
söylemeleri üzerine Muhammed'in onu yanına getirttiği ve yüzünü açarak baktığı 
sonra da Dıhye'ye Safiyye'nin görümcesi yani Kinane'nin kızkardeşini verdiği de 
yazılıdır. Bu iki ayrı rivayet çelişkilidir çünkü sahm-i safiyy payı daha ganimet 
dağıtılmadan önce riyaset (liderlik) hissesi olarak komutan tarafından ve onun 
istediği şekilde seçilir ve bundan sonra ganimet dağıtımı başlar. Tabii Muhammed 
bu ganimet dağıtımında 1/5 humus payını ayrıca alır. 


Muhammed asıl adı Zeyneb olan bu genç ve güzel kızın ismini "ganimet payı / 
ganimet malı" anlamına gelen "Safiyye" olarak değiştirdi. Artık bir ganimet malı 
olduğu isminden bile anlaşılıyordu. İlginçtir ki, Muhammed bu evliliğinde bir 
Kur'ân ayetini de ihlal etmişti. 


Bakara 234. Sizden ölenlerin, geride bıraktıkları eşleri, kendi başlarına 
(evlenmeden) dört ay on gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, 
kendileri hakkında yaptıkları meşru işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta 
olduklarınızı bilir. 


Muhammed apaçık Kur'an'daki "iddet süresi" ile ilgili ayeti ihlal ediyordu. 
"... Daha sonra Allah'ın elçisi Hayber dönüşünde, yolda Enes'in annesinin bezediği 
Safiyye ile zifaf olmuştur" (Buhari Meğazi 64) 


"a. Hz. Peygamber Hayber'den ayrılıp bir hayli yol aldıktan sonra konakladığı 
Sahba' mevkiinde Hz. Safiyye ile gerdeğe girmiştir. (İslam Tarihi, A. KÖKSAL, 


14/291) 


Evet, Muhammed'in Hayber'de 4 ay 10 günden daha fazla kaldığını ispatlayacak 
olan varsa buna cevap verebilir. 


İlginç bir bilgi de vardır kayıtlarda Safiyye ile ilgili: 


"Ölüm döşeginde iken, mallarının üçte birini Yahudi dinine bağlanmakta ısrar 
eden yeğenine vasiyet etti. Bazı Müslüman sahabeler bu vasiyetin yerine 
getirilmesine karşı çıkmışlar, ancak Muhammed (ASY'in hanımı Ayşe, araya 
girerek vasiyet yapılanın lehine taraf tutmuştur" (Hamidullah. s. 569 no. 1110) 


Peki ama ne kadar malı miras olarak bıraktı Safiyye? Oldukça yüklü bir miktar 
olduğunu ve gayrimenkuller de bulunduğu yazılıdır kayıtlarda (100 bin dirhem 


102 


değerinde) kızkardeşinin oğluna bırakmıştır. (Not: O dönem Mekke valisinin aylık 
maaşı 30 dirhem idi). Martin Lings / Ebubekir Siraceddin der ki: "Safiyye 17 
yaşında ve Kinane ile evleneli henüz iki ay olmuştu." (5.287) 


Aynı şekilde, Taberi (c. 39, s. 184)'de de 17 yaşında olduğu, İngilizce kaynaklardan 
öğrendiğim kadarıyla, yazılıdır. 


Yaşını şöyle hesaplayabiliriz: Hicret yılı 622'dir. Hicri 50 yılında vefat etmiştir. 
(Hamidullah, no. 1110) Yani 672 yılında Vefat ettiğinde 60 yaşındaydı. (Vefat ettiği 
yaşı Türkçe kaynaklarda bulamadım ama internetteki ingilizce Arap sitelerinin 
hepsinde 60 olarak geçiyor) O halde doğum tarihi 612'dir. Evlendiği yıl 629 
(Hayber'in fethi) O halde evlendiğinde 629-612-17 yaşındadır. 


11- Meymune binti Haris: (36 yaşındadır) Haris kızıdır. Asıl ismi Berre'dir 
(hatırlarsanız Zeyneb b. Cahş ve Cüveyriye'nin de adı Berre idi) İslamiyetten önce 
Mes'ud b. Amr ile evliydi ve ondan ayrılıp Ebu Rühm b. Abduluzza ile evlendi ve 
onun ölümü ile dul kaldı. Kendisini Muhammed'e hibe etmiş ve bu yüzden mehir 
alamamıştır. (İbn Sa'd, Tabakâtü'I-kübrâ, c. 8, s. 132) bu bilgi ayrıca (Sahih 
Muslim c.2 no 1919)da bulunuyor. 


Ahzab Suresi'nin 50. ayetindeki mehirsiz olarak kendini Muhammed'e hibe eden 
kadının o olduğu söylenir. (Bu ayetteki isim için kaynaklarda başka isimler de 
zikredilir.) 


Aişe diyor ki bu kendini hibe etme konusu ile ilgili: "Olacak şey mi? Bir kadın 
utanmaz mı ki, kendini bir erkeğe armağan etsin?" (Buhari, e's-Sahih, Kitabu 
Tefsiri'l-Kur'an/336, Müslim hadis no: 1464; Tec-rid, hadis no: 1721.) Muhammed 
Hudeybiye anlaşması gereği çıktığı 3 günlük Umre ziyaretini uzatmak için 
Meymune ile yapacağı nikâhı bahane olarak kullanmak istedi ve Mekkelilere şu 
öneride bulundu: 


— İsterseniz, zevcemle evlenme törenini yapmak üzere burada üç gün daha 
oturayım ve çekeceğim düğün ziyafetine sizi de çağırayım. 


Onlarda şu cevabı verdiler: 
— Artık yanımızdan ayrılıp git! Müddet dolmuştur! 
Muhammed cevaben: 


— Ben sizden bir kadını nikâhlamışım. Onunla evlenme törenini yapıncaya kadar 
bırakılmamdan size ne zarar gelirdi. Ne olurdu, beni bıraksaydınız da, evlenme 


103 


törenimi aranızda yapsaydım, sizin için yapacağımız düğün yemeğimizde de 
bulunsaydınız? diye ısrar eder ve Böyle yapmak, size düşmez, yaraşmaz mıydı? 


diye ekler. 
Kureyş temsilcileri: 


— Senin düğün yemeğinde bulunmak, bize gerekmez! Bize ne sen, ne de düğün 
yemeğin gerek! Hemen çık git artık yanımızdan! (Asım Köksal, İslam Tarihi) 
İlginç diyaloglar. 


Muhammed nikâhını bile siyasi bir amaç için kullanıyordu. 


Yaşını şöyle hesaplayabiliriz: Hicret yılı 622'dir. Hicri 51'de vefat etti (Hamidullah, 
s. 570) Vefat yılı 673'tür. Vefat ettiğinde 80 yaşındaydı.(Bütün kaynaklarda geçer) 
O halde doğumu 593'tür. Evlilik yılı 629'dur. (Hudeybiye'den 1 yıl sonra "umre" 
ziyaretinde) O halde evlendiğinde 629-593-36'dır. 


Tabii S. Ateş (Kuran'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı, s. 334) de onunla 61. hicret 
yılında evlendiğini yazar. Eğer Ateş haklıysa o zaman Meynune'nin yaşı 10 yaş 
daha düşerek 26' ya iner. Şimdilik Hamidullah'ı dikkate aldım ama bu durumu 
araştıracağım. 12- Fatıma Dahhak bin Süfyan (el-Kilâbiyye): S. Ateş'ten aynen 
aktarıyorum: "Hicretin 8. yılında Peygamberin kendisi ile evlendiği Fatıma, 
gerdek esnasında Peygamber'den Allah'a sığınınca Peygamber onu boşamıştır. 
Daha sonra "Ben ne bahtsızım!" diyerek kendisini kınayan Fatıma, 60. Hicret 
yılında ölmüştür." (Kuran'a Göre Hz Muhammed'in Hayatı, s. 334-335) Eğer 
öldüğü zamanki yaşı hakkında bilgi var ise o zaman evlendiği zamanki yaşını 
çıkartabiliriz ama ben bulamadım.. 13- Reyhane binti Zeyd: Yahudi Kureyza 
kabilesine mensup idi. Güzelliği ile meşhur genç bir yahudi kadını idi. Kocasının 
ismi Hakem idi ve Kureyza baskınında öldürülmüştü. Geriye kalan babası, 
kardeşleri ve diğer erkek akrabaları ise Kureyza esirlerleri arasında boynu Zübeyr 
ve Ali tarafından vurulanlar arasındaydı. Reyhane'nin Muhamed'in eşi olup 
olmadığı ve cariyesi olarak kalmış olabileceği de hep tartışma konusu olmuştur. 
İbn Sa'd da onun "safiyy" payı olarak daha ganimetler dağıtılmadan önce 
Muhammed'in onu kendisine ayırdığı ve onu hür zevceleri arasına kattığı 
yazılıdır. Kurtubi'ye göre de Muhammed kendisini azad edip onunla evlenmiştir. 
İbn İshak da ise cariye olarak kaldığı yazılıdır. Hamidullah Belzuri'den yaptığı bir 
aktarma da Muhammed ve Reyhane arasında şöyle bir konuşma geçtiğini anlatır: 
Muhammed onu nikâhlama önerisinde bulunmuş ve böylece özgürlüğüne 
kavuşacağını söylemiş, o ise şu cevabı vermişti: "Beni nikâhlamaktansa cariyen 
olarak al! Ben bir cariye kadın olarak kalmayı yeğlerim, zira hür müslüman 


104 


kadınlar gibi başıma örtü ve yüzüme peçe takmak istemiyorum" (İslam 
Peygamberi 5.573 no: 1117) Ayrıca siyer kaynaklarında (İbnu'l Kayyum 1/113, 
Cevzi, el-Vefa 647) Muhammed'in ona 500 dirhem gümüş mehir bedeli vererek 
nikâhına aldığı ve gecelerini de öteki hür hanımlarıyla olduğu gibi eşit paylaştığı 
da yazılıdır. Hamidullah'ın Samhüdi'den yaptığı aktarımında ise Reyhane 
Medine'ye yerleşmemiş eski evinde oturmaya devam etmiştir. Başka kaynaklarda 
da Muhammed'in Reyhaneyi bu eski evinde düzenli olarak ziyaret ettiği yazılıdır. 
Reyhane'nin yaşının her kaynakta 19 olduğu rivayet edilir. Ölüm tarihi ise Hicri 
10. yıldır. 14- Sena binti Esma (el-Neset bint Rifa): Benu Kilab veya Benu Harm 
kabilesindendir. Muhammed'in onunla nikâhlandığı hemen hemen her kaynakta 
geçer. Aynı şekilde zifafın gerçekleşmediği de yazılıdır. Taberi, c.9, 5.135-136 ve c. 
39 s. 166'da Muhammed ile nikâhının kıyılmasının peşinden evlilik 
tamamlanmadan önce öldüğü yazılıdır. İslami kaynaklar da onun Muhammed ile 
evlendiği için duyduğu sevinçten dolayı öldüğü bile yazılıdır. Not: Aslında İslam 
tarihçileri evlilik konusunda "Nikâh mı, zifaf mı, peçe mi kriter alınmalıdır?" gibi 
sorularla kendilerine meşgale yaratırlar. Bu yüzden genellikle zifafa girmediği 
kadınları eş listesine koymazlar ve bu şekilde Muhammed'in eşlerinin sayısını 
düşürmeye çalışırlar. İlginçtir ama eğer zifaf kriter ise o zaman neden Marya ve 
Nefise gibi (hatta Reyhane de) Muhammed'in cinsel ilişkide bulunduğu 
cariyelerini eşler listesine dâhil etmezler? Bazı İslam âlimleri bunlara "zevce- 
cariye" demişlerdir ama eş listelerinde bunlar dâhil edilmez ve mümkün olduğu 
kadar Muhammed'in eşlerinin sayısı düşük tutulmaya çalışılır. Tabii aynı zaman 
dilimi içinde Muhammed'in en fazla 9 kadınla evli olduğunu söyleyerek bu rakamı 
tek haneli hale getirme konusunda gösterdikleri hüner de takdire şayandır. 15- 
Esma (Ümeyme) ibn Cevn: Numan ibn Şürâhil el- Cevn el-Kindiyye'nin kızıdır. 
Bu kadın ile ilgili en ilginç satırlar S. Ateş'te var: Peygamber gerdekte yanına 
varıp da "Gel!" deyince "Sen gel!" demiş Peygamber de onu boşamıştır. Bir 
rivayete göre Allah'a sığınan kadın bu kadındır. Buhari de şöyle diyor: Allah'ın 
elçisi (s.a.v) Şurahil kızı Umeyme ile evlendi. Yanına varıp elini uzatınca kadın 
hoşlanmaz bir tavır takındı. Peygamber Useyd'e bu kadını donatıp, iki beyaz keten 
elbise giydirerek geri göndermesini emretti. Başka bir rivayete göre peygamber 
Esma'ya. "Kendini bana hibe et!" dedi. Esma "Kraliçe kendini çobana hibe eder 
mi?" deyince Peygamber onu teskin etmek için elini onun üzerin koydu. Esma: 
Senden Allah'a sığınırım" dedi. Peygamber "Sığınacak yere sığındın ve tam 
sığındın" dedi ve Ebu Useyd'e, o kadına iki râziki elbise giydirip ailesine 
ulaştırmasını emretti." (S. Ateş - Kur'an'a göre Hz. Muhammed'in Hayatı, s. 335) 
Kütüb-i Sitte de bu konudaki rivayet şöyle geçer: 5583 - Hz. Aise radiyallahu anha 
anlatiyor: "Ibnetu'l-Cevn Resulullah aleyhissalatu vesselam'in yanına girince: 


105 


"Senden Allah'a sığınırım!" dedi. Aleyhissalatu vesselam da: "Gerçekten büyüğe 
sığındın. Ailene dön!" buyurdular." Buhari, Talak 3; Nesai, Talak 14, (6, 150). 
Buhari Talak (Kitab'u Talak)'da 1832, 1833 no'lu hadislerde de S. Ateş'in verdiği 
bilgileri bulabilirsiniz. (Not: İnternet'te rahatlıkla bulabilirsiniz.) 


106 


Muhammed ve Arap Putperestliği 


İslam ve Muhammed nasıl ortaya çıktı? Muhammed bir mağarada hayal gördü ve 
şimdi 1,5 milyardan fazla insan ona inanıyor. Bu mudur? Elbette hayır, yani 
sadece bu değil. İslam'ı ve Muhammed'i ortaya çıkaran bazı koşullar ve olaylar 
var. O zamanki Arap toplumundaki bu değişiklikler bazı peygamberler ortaya 
çıkardı. Bazı şairler çıkıp peygamberlik iddiasında bulundular. İçlerinden 
Muhammed değil de bir başkası da galip gelebilirdi ama durum çok da farklı 
olmazdı, o halde sorun Muhammed değil. Sorun Arap Yarımadası'nda o çağda 
yeni bir dinin doğup güçlenip gelişmesine yol açan koşullardır. Bu insanlar nasıl 
ve neden din etrafında bir araya gelmiş? 


Eski zamanlarda siyasi otorite ve dini otorite toplum yönetiminde söz 
sahibiydiler. Bu yalnız Araplarda böyle değil herkeste her millette böyleydi. O 
çağlarda insanlar gaddardı. Uyguladıkları vahşet kimi zaman azalır kimi zaman 
artardı. Peki, madem bu o dönemler için normal olarak kabul ediliyorsa, neden 
İslam tarihindeki; yağma, tecavüz olaylarını ve savaşlardaki vahşeti eleştirelim? 
Asırlar önceki toplumsal düzende bu normaldi demeyip de eleştiriler yöneltelim? 
Bu bir çifte standart olmaz mı? 


Hayır, olmaz. Çünkü İslam'ın Allah katından indiği iddia ediliyor. Eğer bu din her 
şeye kadir her şeyin üstünde zamandan ve mekândan münezzeh tek gerçek tanrı 
tarafından indirildi ise bu dinin insanlara yaptırdıklarının sadece asırlar önce 
değil günümüzde de normal karşılanması gerekirdi. Oysa bu kitap okunduğunda 
görülecektir ki Kur'an'da ve İslam tarihinde öyle olaylar vardır ki açıkça soykırım 
ve insanlık suçu içermektedir. Bu yapılanları Tanrı'nın emrettiğini düşünmek ve 
haklı görmek insanların korku ve sığınma ihtiyacı ile yarattıkları Tanrı kavramına 
hakaret olmaz mı? 


Arabistan'da İslam'ın doğduğu kuzey taraflarında toprak verimsiz tarımsal 
üretimin çok düşük olması kabileler tarzında bir örgütlenmeyi meydana 
getirmişti. Elbette bu tarz bir ekonomik yapı, âdetleri, gelenek ve görenekleri 
etkiliyordu. Mülkiyet nasıl klanın ortak malıysa suç ve ceza da ortaktı. Şöyle ki bir 
kabileden biri bir başka kabileden birini öldürürse, iki kabile arasında savaş 
çıkabiliyordu ya da kan bedeli ödeniyordu ama bu diyeti ödeyen katilin bizzat 
kendisi değil kabilenin tümü oluyor mesela kabilenin ortak malı olan keçilerden 
elli tane verilmesi gibi. Bu şekilde suçun telafisine (diyet ödeme) ya da intikam 
girişimine (savaş, kan davası) suçu işleyen birey değil klanın tamamı muhattap 
oluyordu. Kabileler arası kavgalar kaçınılmaz olarak çok fazlaydı su meselesi vb. 


107 


en ufak şeyde bir kişinin şiddete başvurması sonucu bir cinayet gerçekleşirse iki 
kabile hemen vuruşurdu. Arabistan gibi kaynakların yeterince iyi işlenmediği ve 
üretimin çok ilkel olduğu bir coğrafya'da kaynaklar yüzünden çarpışmalar 
çıkmakta, hele bu kurak verimsiz coğrafya'da çarpışmalar daha çok ve daha 
şiddetli olmaktaydı. 


Akrabalık çok önemliydi. Kabilenin içinde katı bir hiyerarşi vardı. Ama ilginçtir 
tam bir demokrasi vardı. Kabilenin ortak kararıyla kabile reisi seçilirdi sonra da 
bu reislerin biri hepsinin başı olurdu. Kabileler genelde savaş durumunda bir 
araya gelirlerdi. Medine nispeten tarıma elverişliydi. Mekke'de böyle bir durumun 
söz konusu olmaması onları tarım ve hayvancılıktan çok ticarete itmişti. 
Kervanlar vardı ve bu kervanları zaman zaman yağmalayanlar oluyordu. 
Kervanların ve ticaretin güvenliğinin sağlanması Mekkeliler için hayati bir önem 
taşıyordu. Eğer ticaret yollarının güvenliği sağlanacaksa bu ancak Arapları bir çatı 
altında toplamak ve bir devlet kurmakla mümkündü. Arapları bir araya getirecek 
tek güçte eski çağlarda olduğu gibi dindi, Tanrının seçilmiş kulu olmak idi. 


Biraz siyasi yapıdan da bahsedelim: Kabileler halinde yaşamda kabile liderliği 
babadan oğula geçmezdi. Kabile lideri olacak kişi; dürüst, cesur, iyi savaşçı 
olmalıydı ama tabii ki kabile liderliği görevini bir ömür boyu yürütürdü kabile 
lideri. 


Darü'n Nedve denilen bir yer vardı Mekke'de. Kâbe'nin yakınına kurulmuş ve 
kapısı Kâbe'ye bakan bir binaydı. İşte Mekke'nin ileri gelenleri burada toplanır 
aralarında karar alır önemli konuları ticaret, savaş vb. karara bağlarlardı. Dar'ün 
Nedve bir bakıma meclis işlevi görmekteydi şu halde henüz başlangıç aşamasında 
da olsa devlet yapılanması vardı. Nüfus artışı ticaretin ve iş bölümünün gelişmesi 
insanları bir devlet örgütlenmesinde bir araya gelmeye zorluyordu. 


Bu Dar'ün-Nedve'ye gelip görüş bildirmek için 40 yaşına gelmiş bir Mekkeli erkek 
olmak yeterliydi, işte böyle hem kabile tarzı bir ilkel yaşam hem de çağına göre 
oldukça ilerici bir örgütlenme tarzı söz konusuydu. Yalnız bir şey dikkatinizi çekti 
mi? Mekke ileri gelenlerinin toplandığı Dar'ün-Nedve'ye gelmek için 40 yaş şartı 
var. İşte bu bize Muhammed'in peygamberlik iddiasının neden kırk yaşında 
olduğu hakkında bir fikir verebilir. Muhammed Dar'ün-Nedve'ye girip çıkacak ve 
Mekke'nin saygın, zengin önemli kişileriyle ittifak yapacaktı. Bu da gösteriyor ki 
Muhammed'in yanında toplananlar tıpkı diğer peygamberler Museylime ve 
Tuleyha'nın yanındakiler gibi çıkar ilişkileri içinde bir araya gelmekteydi. Hatta 
Ömer ve Ebubekir gibi ileri gelenlerden iki kişi kızlarını Muhammed'e vererek bu 
ilişkiyi daha da perçinlemiş. Muhammed ise bir kızını Osman'a vermiş o kızı 


108 


ölünce diğer bir kızını daha zenginliği dillere destan Osman'la evlendirmişti. 
Hatice ile evlenmesi Muhammed'e olağanüstü bir prestij ve zenginlik de 
kazandırmıştı. Dahası Muhammed'in akrabalarından Talha da zengindi. İşte bu 
zengin ve önemli kişiler İslam'ın asıl kurucularıydı. Muhammed'in yanında ve 
diğerlerinin yanında da samimi bir inançla toplanan elbette vardı ama çoğunluk 
çıkar amacı güdüyordu. Uhud'da peygamberin kesin emrine rağmen okçuların 
yerlerini terk ederek yağmaya katılması, Huneyn dönüşü ganimet paylaşımı 
yüzünden Muhammed'i semure ağacının altında sıkıştırıp nerde ise dayak atmaya 
kalkmaları dahası ona “yalancı” ve “cimri” demeleri, yanı sıra Kur'an'da önce 
ganimetlerin tamamının sonra ise beşte birinin Muhammed'e ait olması bu çıkar 
ilişkisinin kanıtıdır. 


Şimdi gelin bir de İslam'ın en değerli kitabı Kur'an'a bakalım: 


Bakara-79. “Artık vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer 
karşılığında satmak için “Bu Allah katındandır” diyenlere. Artık vay, elleriyle 
yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına.” 


Demek ki bu durumdan koşulların uygunluğundan istifade etmek ve çıkar 
sağlamak amacıyla peygamberlik iddiasında bulunan sadece Muhammed değildi. 
Onlar Muhammed'e göre yalancı peygamberlerdi ama onlara göre de Muhammed 
yalancı bir peygamber di. Hakikatte hepsi bir birinden farksızdı. 


İslam'dan önce de Hac ve Kâbe vardı. Bu Kâbe'ye Arap Yarımadası'nın uzak 
yerlerinden gelenler vardı. Fakat bir usül vardı ki, yanında yiyecek getirmek 
yasaktı. Yiyecekle gelmek Allah'a güvenmemek oluyordu. Günlük elbiseyle tavaf 
edilmezdi dışardan da elbise getirilmezdi. Peki, ne yapılırdı ihram bu işe bakan 
aileden satın alınırdı. Neden? İslam öncesi de El-İlah'ın mekânı olan Kâbe'ye 
tertemiz elbiseyle girmek gerekti. Üzerinizdeki elbiseler belki de haram işlerken 
de üstünüzdeydi Allah'ın evini bunlarla kirletmemeli. Peki, yoksul olanlar da var 
mıydı tavafa gelenler arasında? Evet, vardı. İhram alacak parası olmayanlar 
Kâbe'yi çırılçıplak tavaf ederdi kadın ya da erkek fark etmez! 


“Peygamberin izniyle ihramdan çıkıp Mina'da bulunan kadınlarımıza yöneldik. 
Zekerlerimizden meni damlıyordu.” (Buhari Hac/81; Müslim Hac/141) 


Bu hadis hem Buhari'de hem Müslim'de var. Yani sahihliği tartışılmaz demek ki 
Mekke'nin fethinden sonra örtünme ayetleri inmeden evvel Müslümanlar da 
çıplak tavaf etmişler. Ayrıca Mekke Kureyş'in kontrolünde iken Hudeybiye 
barışında anlaşma yapılmıştı, Müslümanlara bir yıl sonra Hac için izin verilmişti. 
O sırada Kâbe Kureyş'in kontrolünde olduğundan tavaf onların istediği gibi 


109 


ihramı satın alarak ya da çıplak yapılmıştı. Ve erkekler bir sürü çırılçıplak kadını 
görünce de doğal olarak zekerlerinden meni damlıyordu. 


Kâbe ziyareti bugün nasıl büyük bir kazanç kaynağı ise o zamanlar da durum 
böyle idi. Kâbe'de bazı hizmetler vardı ve bu hizmetlerin her birini yönetici 
konumunda olan aileler tedarik ederdi: Hicabe: Kâbe perdeciliği ve anahtarlarının 
korunması. Sedanet: Hicabe'nin yardımcılığı Kâbe kapıcılığı. Rifade: Hacılara 
yemek verme. Sikaye: Hacılara su verme. Bu görevlerden Sikaye vazifesini 
Muhammed'in dedesi Abdulmuttalib, Abdulmuttalib ölünce de oğlu Ebu Talib 
yerine getiriyordu. Yani Muhammed'in ailesi de bu Hac işinin kaymağını yeyip, 
malı götürenlerdendi. 


Mekke Medine dolayları inanç olarak nasıldı? Aslında buralar inanç olarak bayağı 
renkli ve çeşitli idi. Medine'de önemli sayıda Musevi vardı, Mekke ekseri 
putperestti, putları reddeden Hanifler de vardı. Yabana atılmayacak kadar 
Hristiyan Arap da vardı; bunlar Roma etkisiyle Hristiyanlaşmıştı. Hristiyan ve 
Hanif inancının bir sentezi olan Rukus inancı da vardı. 


Peki, Arap Yarımadası'ndaki Muhammed de dâhil bütün bu peygamberlerin 
amacı neydi? Bunlar Arapları kendi etraflarında bir arada toplamak ve tüm Arap 
Yarımadası'na hâkim olmak istiyorlardı. Onların da aynı Muhammed'e inananlar 
gibi müritleri vardı. Alın size bir örnek tamamen İslami kaynaklardan: 


“İlk dinden dönme hareketi Peygamber (s.a.s)'in sağlığında Yemen'de ortaya 
çikmisti. Kendisinin peygamber oldugunu iddia eden Esved el-Ansi, topladigi 
kuvvetlerle önce Necran bölgesini, pesinden de San'ayi, Vali Sehr ile yirmi beş 
gün savaşarak ele geçirdi. Hz. Peygamber'in Amil ve muallimi olarak bölgeye 
gönderdigi Mu'az b. Cebel, Ma'rib'de bulunan Ebu Musa el-Esari'ye iltihak etmiş 
daha sonra ikisi birlikte Hadramevt'e gitmişlerdi. (Taberi, HI, 229-230). 


Ibnül-Esirin ifadesiyle, “Esvedin çikarmis oldugu fitne bir alev gibi, 
Hadramevt'ten Taif, Bahreyn ve Ahsa'dan Aden'e kadar her yeri kaplamisti” 
(Ibnül-Esir, II, 338). 


Hadramevt'te toplanan müslümanlar endişeli bir sekilde beklerken, durumu 
haber alan Rasülullah (s.a.s)'in, Yemen bölgesinde bulunan müslümanların 
tamamına yönelik, Esved'e karşı savaşılması emri bölgeye ulaştı. Veber b. 
Yuhannis vasıtasıyla gönderilen mektubta; dinin korunması, mürtedlere karşı 
savaşılması, Esved el-Ansi'nin açıkça savaşılarak veya gizli bir tertiple ortadan 
kaldırılması ve bu emrin İslâm'da sebat eden bölgedeki bütün müslümanlara 
ulaştırılması gibi talimatlar yer almaktaydı.” (Taberi, II, 231; İbnül-Esir, II, 338). 


110 


“Rasülullah (s.a.s)'in emri San'a'daki müslümanlara ulaştığı zaman, planlanan bir 
suikast ile Esved el-Ansi, Firüz adındaki biri tarafından öldürülmüş ve Kenan 
bölgesi tekrar İslâm'ın hâkimiyetine girmişti. Onun öldürüldüğü haberi Medine'ye 
Rasülullah (s.a.s)'in vefat ettiği günün sabahında ulaşmıştı.” (Taberi, MI, 227). 


Ama içlerinden galip gelenin adı ve ayetleri yaşayacaktı. Bu kişi tabii ki 
Muhammed oldu! 


Şimdi bir de putperestliğe bakalım. 
A-Putperestliğin Tanımı 


“Putperestlik, genel anlamda bir nesne, görüntü veya fikre tapım içeren bir dini 
uygulama, anlayış veya inançtır.” 


Peki, İslam öncesi Arap Yarımadası'nda hâkim din olan Putperestlik nasıl bir 
inanç? Gelin, bunu da Kur'an'a bakarak görelim: 


Lokman-25 “Andolsun, eğer onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, 
mutlaka “Allah” derler. De ki: “Hamd, Allah'a mahsustur.” Fakat onların çoğu 
bilmezler.” 


Yunus-18. “Allah'ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere 
tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: 
“Siz, Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? O, 
onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” 


Not: Kur'an'ın orijinalinde “De ki” eki diye bir şey bulunmamaktadır! 


Zumer-3. “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'nu bırakıp da başka dostlar 
edinenler, “Biz onlara sadece, bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet 
ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda 
aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru 
yola iletmez.” 


Zuhruf-19. “Onlar, Rahmân'ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların 
yaratılışına şahit mi oldular? Onların (yalan) şahitlikleri yazılacak ve 
sorgulanacaklardır.” 


Yani İslamiyet öncesi dönemde putperestler de Allah'a inanıyordu. Ama putları 
kendilerini Allah'a yakınlaştırıcı olarak görüyorlardı. 


111 
B-Putperest Örf ve İbadetleri 


Putperestlik, Farsça kökenli bir sözcük olan put sözcüğünden türemiştir. 
Putperestlik inanç sisteminde görülen örf ve ibadetleri ve İslam'daki uygulamaları 
inceleyelim: 


1-Ayinler 2-Namaz 3-Oruç 4-Hac 5-kurban 6-Sünnet 7-Takı, tütsü ve büyüler 8- 
Telbiyeler İlahiler şiirler 9-Sembol ve dövmeler. 


1-Ayinler 


Kutsal ve özel günlerde genellikle mabetlerde toplanan putperestler geleneklerine 
göre çeşitli gösterilerde bulunur, ilahiler söyler, toplu ritüeller yaparlar. Ateş 
üzerinden atlama ya da ateş üzerinde yürüme, vücutlarına şiş batırma bu gösteri 
örneklerindendir. Kutsal bir puta, geçmişteki kutsal saydıkları kişiden kaldığına 
inandıkları bir nesneye saygı gösterisinde bulunur, etrafında döner ya da koklayıp 
öperler. 


Yıllık ayinlerin dışında mevsim başlarında, özellikle ilkbahar ve sonbaharda 
yapılan ayinler de vardır. Belirli günlerde güneş ve ay festivalleri yapılır. 
Türlerine göre ayinlerde kutsal saydıkları sudan içer, kutsal saydıkları yiyecekten 
yerler. Dualar eder, dileklerde bulunurlar. Putperestlerin bu ayin âdetlerinin 
İbrahimi dinlere de geçtiği görülmektedir. Noel kutlamaları Mitra paganlarından 
geçmedir! 


Putperest Arapların yevmül Arabu dedikleri cuma toplantıları, kandil geceleri, 
aşure günleri, cem ayinleri pagan kökenlidir! 


2-Namaz 


Putperest ibadetlerinden biri namazdır. Namaz, güneş kültünün ritüellerinden 
biridir ve Hint kökenli bir ibadettir. İslam öncesi Araplar da namaz kılarlardı. 
Günümüzde Hindular da namaz ritüellerini devam ettirirler. Sansktitçe “Surya” 
Güneş, “Namaskara” ise Selamlama veya Bağlantı demektir. Böylece “Surya 
Namaskara” “Güneşle Bağlantı” anlamına gelmektedir. Surya Namaskara, 
bedende akan güneş enerjisinin canlandırma tekniğidir. Arap putperestlerinin 
namaz kıldığı Kur'an'da yazılıdır. 


Enfal-35 “Onların Kâbe'deki namazları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir 
şey değildir. Küfrünüzden dolayı azabı tadın.” 


112 


Bilindiği üzere Arapçada “salat” namaz demektir. Genelde meallerde “dua” olarak 
çevrilmektedir. Bu ayette putperestlerin kıldığı namazın şekli eleştirilmektedir. 
Putperestler de günde 5 vakit namaz kılarlardı! 


Şaharit namazı - Sabah namazı 

Musaf namazı - Öğle namazı 

Minha namazı - İkindi namazı 

Neilat Şerarim namazı - Akşamüstü namazı 
Maarib namazı - Akşam namazı 


Kaynak: Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik, 5.399-405; Doç.Dr. Ali Osman Ateş, 
Asr-ı Saadette İslam; Şaban Kuzgun, Hz. İbrahim Ve Hanifilik, 5.117; Epstein, 
Judaism. 


Kur'an'da geçen namaz vakit sayısı 3 olmasına rağmen 5 vakit kılınıyor olması 
zamanla putperest döneme dönüldüğü şüphesi taşımaktadır. Aynı şekilde abdest 
de putperestlerde vardı. Cünup olunca boy abdesti alırlardı. (İbn-i habib, 
Muhabber) 


3-Oruç 


Güneş kültüne sahip putperestlerin ibadetlerinden biri de oruçtur. Namaz 
vakitlerini güneş zamanlı ayarladıkları gibi oruçlarını da güneşin doğuş ve 
batışına göre ayarlarlardı. Orucun başlangıcı bile İslamiyet'teki gibi ay'a göre 
tespit ediliyordu. Tıpkı, bugünkü Müslümanlar gibi, ay'ı görmek için gözetleme 
heyetleri bile kuruluyordu. Tabii ki bu sürede kutupta yaşayanlar ne yapacaktı, 
orası şaibeli. Kaynak: Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik. 


İslamiyet öncesi Arap paganlarının ilginç gelenekleri vardı: Bunlar Ramazan 
dedikleri ayda bir ay oruç tutarlar, Mekke'ye Hacca gidip Kâbe'nin etrafında 7 kez 
dönerler, Kara Taşı (Hacerül Esved) kutsal sayar Kara Taşı'ı öpeler ve günde dört 
veya 5 vakit namaz (salat) kılarlar, şeytan taşlarlardı. Kaynak: Is Allah the Same 
God as The God of Bible?, M. J. Afshari, p 6, 8-9, İslam, Beliefs And Observances, 
Caesar E. Farah 


Bu konuda hemen hadislere bakalım. 


Aişe anlatıyor: İslam öncesinde Kureyş, Aşure gününde oruç tutardı. (Buhari, e's- 
Sahih, Kitabu's Savm/1.) 


113 


Sabiilik, yıldız kültüne sahip bilinen en eski pagan dinidir. İlginçtir ki Sabiiler de 3 
vakit namaz kılar ve 1 ay oruç tutarlardı. Farz orucun dışında nafile oruçlara da 
sahiptiler. Kaynak: İbn Nedim, El Fihrist, s. 442-445 


Kur'an'da önceki toplumlarda da orucun olduğu yazılıdır! Şimdi bir de Kur'an'a 
bakalım: 


Bakara-183. “Ey iman edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de 
yazıldı (farz kılındı). Umulur ki sakınırsınız.” 


Gördüğünüz gibi durum ortada. 


Eski Çağ dinlerinde, oruç özellikle, rahiplerin Tanrılara yakınlaşmaya hazır 
olmalarını sağlamaya yarayan bir yoldu. Helenistik dönemin inançlarına göre, 
Tanrılar birtakım kutsal öğretileri ancak oruç tutan kişilere vahiy yoluyla 
gönderirlerdi. Bazı eski kültürlerde ise oruç, öfkelenen Tanrıları teskin etme gibi 
amaçlara yönelikti. Sibirya “Tungu şamanları” ise, ruhlarla ilişki kurabilmek için 
oruç tutarlardı. 


Bütün dinlerde, belirli zamanlarda oruç tutma geleneği vardır. Buda rahipleri, 
gene belirlenmiş günlerde oruç tutarak günahlarını itiraf ederek, arınacaklarına 
inanırlar. Hindistan'da Sadhular gene günahlarından arınmak için oruç tutarlar. 
Çin'de göksel Yang ilkesinin başlamasından önce belirli bir süre oruç tutulur. 


4-Hac 


İslam öncesi Araplar'da Kâbe putperestlerin en kutsal mabediydi ve bölge 
halklarının hac mekânıydı. Putperestler tıpkı günümüz müslümanları gibi Kâbe 
etrafında 7 kez tavaf yaparlardı. Kureyş dışından gelen Bedevi putperestler tavafı 
çıplak olarak yaparlardı. Putları ziyaret, Hacerül Esved taşına el sürme ve öpme, 
Safa ve Merve tepeleri arasında gidip gelme, şeytan taşlama hac ibadetinin en 
önemli ritüellerindendi. Putperestlerin hac sırasında hep bir ağızdan yaptıkları 
telbiye de aynen şöyleydi: 


Lebbeyk allahümme lebbeyk. 
La şerike leke illa şerikun huve lek. 
Temlikuhu ve ma-melek 


Eğer merak edip VPN kullanarak biraz araştırırsanız insanlar kisve denilen bir 
örtüye bürünmüş bir küpün etrafında toplanmış olduğunu göreceksiniz, ayrıca 
araştırırsanız bu konuda Youtube'ta da birçok videoya rastlarsınız. Bu taşın odak 


114 


noktası da Hacıların “siyah taş” dediği taştır. Bu taş, küpün güneydoğu ucundadır 
ve kış güneşinin doğduğu yere bakar. Gene Kâbe'de bu taşı öpen hatta yalayan 
insanlar göreceksiniz. Neden diye soracak olursanız taşı öptüğünüzde 
günahlarınızdan arınıp “YENİDEN DOĞMUŞ” gibi olacağınızı söylenecektir. Biraz 
daha araştırdığınızda insanların bu küpü 7 kere tavaf ettiğini göreceksiniz. 
Bunların hepsi putperest Arap geleneklerinin kalıntılarıdır! 


Ayrıca Kâbe hiçbir zaman Yahudiler ve Hristiyanlar tarafından kutsal 
sayılmamıştır! Eski Ahit ve Yeni Ahit'te Kâbe ile ilgili tek bir ayet dahi olmaması 
bunu kanıtlamaktadır! 


5-Kurban 


Eski çağlarda insan kurban edilmesi, bir nevi temizlenme ve sihir vasıtasıydı. 
Ailenin ilk çocuğu Tanrı'ya ait kabul edilir ve kurban edilmesi gerekirdi. Mısırlılar 
ise köpek başlı olarak tasvir ettikleri insanlara Ani” diyorlar ve onları “Ay 
Tanrısına kurban olarak sunuyorlardı. M. Eliade, Anadolu'da özellikle ilk çağlarda 
hasat mevsimi dolayısıyla yapılan insan kurbanı ve kafa kesme ayinlerine örnek 
olarak Frigyalılar'ı ele alır. Frigyalıların yüzyıllar önce hasat zamanında insanları, 
başlarını kesmek suretiyle kurban ettiklerini, hatta elde mevcut delillere göre, o 
zamanlar bu âdetin Doğu Akdenizin her tarafında yaygın olduğunu 
kaydetmektedir arkadaşlar. 


İslam öncesi Arapların da eski dönemlerde Sabah Yıldız'na daha doğmadan 
büyük bir acele ile insan ve beyaz deve kurban ettikleri, yine önemli putlardan 
Uzza'ya oğlanlarla, kızların ve esirlerin de kurban edildikleri ileri sürülmektedir. 
Yakın dönemde ise insandan vazgeçilmiş, hayvan kurbanına geçilmişti. Putlara 
özel kurban kestikleri gibi genelde Safa ve Merve tepelerine dikilmiş kayadan 
putlara kurban keserlerdi. Bu kayaların bir İsaf diğeri Naile adlı puttu. İsaf ve 
Naile iki sevgiliydi ve Kâbe'nin kutsallığını kirlettikleri için öldürülmüş, daha 
sonra efsaneleşerek kutsallaştırılmışlardı. Araplar, putlara adak da adarlardı. 
Dilekleri gerçekleştiğinde, önemli işlerinde ve uzun seyahatlerinde adak 
keserlerdi. Adaklarının çoğu da ilk çocuklarının erkek olması içindi. 


6-Sünnet 


Antropologlar sünnetin başlangıcı hakkında görüş birliğine varamamıştır. 6.000 
yıl önce antik Mısır'da sünnetin varolduğu eski Mısır piramitlerinde bulanan bazı 
mumyaların sünnetli oldukları görülmesi ile kesinleşmiştir. Tarih boyunca 
mısırlılar, Yahudiler ve Babillilerin sünnet âdetine sahip oldukları tespit 
edilmiştir. 


115 


Sünnet pagan geleneğinin tek tanrılı dinlere uzantısıdır. İslam öncesi putperestler 
de sünnet âdetine sahiptiler. Putperest Araplarda hem kadın hem de erkekler 
sünnet edilirdi. Hadislerde Muhammed'in, halifelerin ve ashabın sünnetinden 
bahsedilmemesi, onların zaten putperest âdeti gereğince sünnetli olduklarını 
gösterir. Kadın sünneti sadece putperest Araplarda değil, eski Mısırlılarda da 
mevcuttu. Mısır'da yapılan arkeolojik kazılarda bulunan bazı kadın mumyalarının 
sünnetli olduğu belirlenmiş, kadın sünnetinin nasıl yapıldığı M.Ö. 1600'lü 
yıllardan kalan duvar resimlerinde detaylı bir şekilde tasvir edilmiştir. 


Bu, kadın sünneti geleneğinin kökeninin çok eski çağlara dayandığının 
göstergesidir ve sünnet geleneğinin tarihinin tek tanrılı dinlerden daha eski 
olduğunu, asıl olarak bir pagan geleneği olduğunu, tek tanrılı dinlere pagan 
toplumlardan geçtiğini gösterir. Tıpta erkek sünnetinin enfeksiyon rahatsızlıkları 
için çok az da olsa bir yararına değinilse dahi, kadın sünnetinin hiçbir yararı 
olmadığı, kadının cinsel isteğini öldürdüğü, ölüm ve yaralanmalara neden olduğu 
biliniyor. 


7-Takı, Tütsü ve Büyüler 


Putperest toplumlarda şans, uğur ve hayır getirmesi için birtakım taş ve takılar 
kullanmak âdettendi. Sözde kendilerini kötü ruhlardan, cinlerden, nazardan 
koruması için çeşitli nesneleri vücutlarına, boyunlarına takar ya da üzerlerinde 
taşırlardı. Büyü günümüzde de süregelen ilk çağ pagan ritüellerinden biridir. 
Sözde sıradan insanlarda bulunmayan gizli bir gücün sahibi olmak, düşmanlarını, 
rakiplerini alt etmek, aşk ve cinsellikle ilgili isteklerine kavuşmak amacıyla çok 
çeşitli büyü yöntemleri uygulanırdı, tıpkı şimdiki gibi sahtekâr hacı hoca 
takımının dinle insanları kandırıp cahil bırakıp yaptıkları gibi. 


Tütsü ise arınma, temizlenme, sözde kötü ruhları ve cinleri kovma amacıyla 
paganların okült seremonilerinde, Antik Yunan'da, Hitit Uygarlığı'nda, Babil'de, 
Firavunlar dönemi Mısırında, Roma İmparatorluğu'nda, Hindistan, Tibet ve 
Japonya'da çok eski zamanlardan beri kullanılmaktadır. Tek tanrılı dinlerde 
bunlar yasaklanmış ve günah sayılmışsa da değişik versiyonlarla sürdürüldüğü 
bir gerçektir. Örneğin muskalar, ayet yazılı kağıtların evlere, arabalara asılması, 
hastalığa ve nazara karşı okuyup üfleme, nazar boncukları, mum yakma vb. 


8-Telbiyeler, İlahiler, Şiirler 


Putperest toplumlar ayinlerinde telbiyeler, ilahiler söylenirdi. Cenaze törenlerinde 
ağıtlar yakılır, naatlar okunurdu. Örneğin eski Mısır'da ölü evinden kadınlar 
sokaklara çıkar dövünerek ölüye ağıtlar söylerlerdi. İslam öncesi Araplar da 


116 


telbiyeler, ilahiler, şiirler çok önemliydi! En beğenilenleri Kâbe'ye asarlar, 
(Muallakat-ı Seba Şiirleri) putları için okurlardı. İslam öncesine ait ne varsa 
ortaya çıkacak ve gerçekler anlaşılacak diye yakılıp yok edildiği için ne yazık ki bu 
kültürden elde çok az bilgi kalmıştır. Bunlardan biri de “7 Askı” denilen şiirlerdir. 


9-Sembol ve Dövmeler 


Pagan inançlarda dilin sembollerle kullanılmasına yoğun olarak rastlanılır. 
Hemen hemen her pagan toplumda çeşitli semboller mevcuttur. Pentagram 
denilen beş köşeli ters yıldız en ünlüleridir. Dövme de pagan toplumlarda sıkça 
kullanılan bir sembol yöntemidir. Hintliler, Japonlar, Amerika Yerlileri ve 
Afrika'daki bazı kabileler dövmeyi bir süs olarak yaparlarsa da pek çok toplumda 
dövmenin hastalıklara ve kötü ruhlara karşı koruyucu bir tılsım olarak 
uygulandığı, bireyin toplumdaki konumunu (köle, efendi, ergen, işçi, asker) 
vurgulamak için kullanıldığı bilinmektedir. 


Dövme yapma geleneği hayli eskidir. M.Ö. 2000'lerde Eski Mısır toplumunda 
dövmenin yapıldığı mumyalardan anlaşılmıştır. Mısırlıların dışında Britonların, 
Galyalıların ve Trakların da dövmeleri vardı. Eski Yunanlılar ve Romalılar, 
barbarlara özgü bir uğraş saydıkları dövmeyi suçlular ile kölelere yaparlardı. 


Hun kurganlarında çıkan cesetlerde son derece kıvrak çizgilerle ve dekoratif bir 
anlayışla yapılmış düşsel yaratıklar ve koç figürlerinden oluşan dövmeler 
görülmektedir. Dinsel-büyüsel kaynaklı bu dövmelerin is olduğu ihtimali ve 
deriye şırınga edilmesi ile oluştuğu saptanmıştır. 


Hunlara ait Pazırık kurganında bulunan bir başkana ait cesetten anlaşıldığı üzere 
Hunlarda asil ve kahraman kişilerin dövme yaptırabildiği, daha sonraları Kazak 
ve Kırgızlarda da devam eden bu geleneğin yine kahramanlık niteliği taşıyan 
bireylere uygulandığı bilinmektedir. İlkel topluluklarda dövme yapılırken törenler 
düzenlenir ve dövmeyi yapan kişi birtakım dinsel ve büyüsel kuralları yerine 
getirmek zorundadır. 


SONUÇ 


Buraya kadar anlattığım putperest âdet ve ibadetleri konusunda sanırım aklıselim 
herkes hemfikirdir. Müslümanlar da putperestlerin bu ibadetlere sahip olduğunu 
asla reddetmez, tabi bizim ülkemizdeki kendini gerçek müslüman sanan bazı cahil 
çomarlar hariç. Bilmeyenler ise inceleyip araştırdıklarında doğruluğunu 
göreceklerdir. 


117 


Bunlar din derslerinde, din kitaplarında pek anlatılmadığı için sanılır ki Kur'an'da 
yazılı olanların tümü Muhammed tarafından getirildi. Görüyoruz ki İslam'ın ve 
Kuran'ın getirdiği yeni bir şey yok. Zekât ve sadakaya varana kadar hepsi 
putperestlerde zaten mevcut. Putperestlerde olmayanlar da Yahudilerde var. 
Peygamberlik, melekler, kıyamet, ahiret, cennet, cehennem gibi. Bu durumda 
putperestlikle tek tanrı dinlerindeki ortak ibadetleri nasıl açıklayacağız? 


İslam dininin ibadetleri ile İslam öncesi Arap putperestlerinin hemen hemen aynı 
ibadetlere sahip olmasının sebebi nedir? 


Dinlere inanmayan biri bu durumu dinlerin evrimine bağlar. İslam'ın yeni hiçbir 
şey getirmediği, Kuran'da yazılı olanların tümünün putperestlerden ve 
Yahudilerden derleme, toplama olduğu gerçeği karşısında İslamcılar savunmaya 
geçer; Dinlerin evriminin doğru olmadığı, İslam'ın Adem'den itibaren varolduğu, 
değişik adlarla da olsa peygamberlerin daima İslam'a çağrı yaptıkları, namaz, 
oruç, hac, zekat, kurban, sünnet vb. ibadetlerin başından beri olduğu ancak 
toplumların zamanla İslam'dan saparak putlar ve ilahlar edindikleri, İslam'dan 
miras aldıkları ibadetleri bu putlara ve ilahlara yaptıkları şeklindedir. 


Örneğin büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkler zamanla İslam'dan saptığını, 
putlar edindiğini ve Allah'a ilaveten ay tanrısı, güneş tanrısı vb. ilahlara taptığını 
ama namaz kılmaya, oruç tutmaya, hacca gitmeye, zekât vermeye, sünnet olmaya 
devam ettiğini düşünelim. Türklerde bunlar var mı? Yok! Bu ibadetlerin 
Türklerde olmayıp Arap putperestlerince korunması nasıl izah edilebilir? 


Kabul etmesi zor olsa da sonuçta tüm müslümanlar Arabistan'da inanılan bir dişi 
tanrıya inanmaya devam ediyor. 


Kuran esas itibariyle Arap putperestliğine ve geleneklerine yer verdiği için 
Yahudiler, Hristiyanlar ve Hanifler Müslüman olmaktan kaçınmışlardır, Ebü Amr 
olayı bunun tipik örneklerinden biridir. 


Medine'de Evs'lerin liderlerinden biri olan Ebü Amr b. Seyfi b. el-Numan, 
Muhammed'in bütün ısrarlarına rağmen islâmiyeti kabul etmez. O kadar ki sırf 
islâm'a karşı olduğunu anlatmak için kendi toplumunu terk edip Mekke'ye göç 
eder. Fakat az zaman sonra Medine'ye döner ve Muhammed'in yanına giderek 
sorar: “Nedir senin getirdiğin din?”. Bu soruya Muhammed: “Benim getirdiğim 
din Haniffiya'dır, yani İbrahim'in dini'dir” diye cevap verir. Bunun üzerine Ebü 
Amr söyle der: “Eğer getirdiğin din İbrahim'in dini ise, benim de izlediğim zaten 
odur”. Fakat Muhammed ona, “Hayır, senin izlediğin din, İbrahim'in dini 
değildir” deyince Ebü Amr kızar ve şöyle karşılık verir: “Evet o'dur, fakat sen, Ey 


118 


Muhammed, Haniffiya dinine ait olmayan şeyleri (ibrahim'in dinine) ekledin”. Bu 
cevaba karşı Muhammed, “Hayır, ben onu en saf şekliyle getirdim” deyince Ebü 
Amr dayanamaz ve Muhammed'i yalancılıkla suçlayarak söyle der: “Tanrı 
yalancıyı evsiz barksız ve yapa yalnız bıraksın ve gurbette öldürsün.” 


Daha baska bir deyimle Ebü Amr sunu anlatmak ister ki Muhammed, Kur'ân'ı 
Arap geleneklerine yer veren hükümlerle doldurmaktadır. 


C-Fil Olayı 


Bir de Kur'an'da Fil Suresi vardır ki bu sureyi ve surede anlatılan olayın İslam 
tarihindeki iniş nedenini okuyan biri bu işteki garipliği anlayabilir. 


Şimdi İslami kaynaklardaki Fil Olayına hemen bakalım: 


Habeşistan Krallığına bağlı Hristiyan Ebrehe Yemen valiliğini sürdürdüğü sırada 
San'â şehrinde “Kulleys” denilen ve yeryüzünün hiçbir yerinde benzeri 
görülmeyen bir kilise yaptırdı. Sonra kral Necâşi'ye bir mektup yazarak: “Ben 
senin için eşi ve benzeri görülmemiş bir kilise yaptırdım, Arap hacıları bu kiliseye 
çevirinceye kadar bu işin peşini bırakmayacağım.” dedi. 


Araplar arasında bu kiliseden bahsedilince, Fukaymoğullarından birisi 
öfkelenerek çıkıp bu kiliseye geldi ve def-i hacetini yapıp burasını kirlettikten 
sonra ailesinin yanma geri döndü. Bu durum Ebrehe'ye bildirildiği gibi ayrıca ona 
bunu yapan kimsenin Arapların hac maksadıyla Mekke'de ziyaret ettikleri Kâbe 
taraftarı birisi olduğunu ve hacıların Kâbe'den buraya çevrileceğini duyduğu için 
öfkelenerek bunu yaptığını, söylediler. Bunun üzerine Ebrehe öfkelendi ve 
Mekke'ye gidip Kâbe'yi yıkacağına dair yemin etti. Böylece Ebrehe yanında 
bulunan Mahmüd adındaki fil ile beraber yola çıktı. Bir rivayete göre, Mahmüd 
adlı filin peşinden giden on üç fil daha vardı. (Kur'an'da fil kelimesi tekil geçer) 
Mekke yakınlarında kendileriyle çatışan Nüfeyl'in ordusunu yenip kendisini esir 
aldılar ve onu rehber olarak kullandılar. 


Kureyşliler Ebrehe'nin ordusunu haber alınca “Bu orduyla savaşa bizim gücümüz 
yetmez” diyerek şehirden kaçıp dağ eteklerine sığınırlar. Ebrehe Kâbe'yi yıkıp 
tekrar Yemen'e dönmeye kararlıydı. Nihayet Mekke'ye vardıkları bir sırada Nüfeyl 
gelip filin kulağından tuttu ve ona, “Ey Mahmüd! Çök, sonra sağ salim geldiğin 
yere geri dön; çünkü Allah'ın beldesi Haram'da bulunuyorsun.” dedi ve filin 
kulağını bıraktı, bunun üzerine fil kendisini yere bırakıverdi. Nüfeyl ise bütün 
gücüyle koşup dağın tepesine çıktı. Habeşli askerler, çöken fili kaldırmak için bir 
hayli dövdüler, fakat fil yine de yerinden kalkmadı. Bu defa fili Yemen tarafına 


119 


doğru çevirdiler ve fil koşmaya başladı. Aynı şekilde fil Suriye tarafına çevrilince 
yine koşmasını sürdürdü. Bu defa filin yönü doğuya çevrildi ve fil yine koştu. 
Fakat Mekke tarafına çevrilince tekrar yere çöktü ve yerinden kalkmadı. 


Bu sırada Allah, onların üzerine deniz tarafından kırlangıç kuşuna benzeyen 
sürüler hâlinde kuşlar gönderdi; bu kuşların her birinin gagasında bir, 
ayaklarında ikişer taş bulunuyordu. Mercimek ve nohut tanesi büyüklüğünde olan 
bu taşları kuşlar getirip üzerlerine bıraktılar. Bu taşlar kime isabet ettiyse 
öldürdü, fakat atılan taşlar hepsine isabet etmemişti. Bu defa Allah, bir sel 
gönderip onları denize sürükledi. Bu sırada Ebrehe ile birlikte kurtulanlar 
geldikleri yola doğru koşuşmaya ve Yemen'e giden yolu göstermesi için Nüfeyl'i 
aramaya başladılar. 


Nüfeyl Allah'ın onların üzerine indirdiği bu felâketi görünce şu mealdeki mısraları 
söyledi: “Allah, peşini bırakmadıktan sonra nereye kaçıp kurtulacaksın. Artık 
Ebrehe galip değil, mağlüp durumdadır.” Ebrehe'nin cesedi öyle bir hâle geldi ki, 
“bütün uzuvları tek tek döküldü; öyle ki San'â'ya getirdiklerinde kuş kadar 
kalmıştı. Ölmezden önce göğsü yarılıp kalbi dışarı çıktı ve bundan sonra öldü. Bu 
olaydan sonra Arapların katında Kureyşlilerin itibarı arttı. Bu yüzden Araplar 
Kureyşliler için: «Onlar ehlullahtır (Allah'ın yakınlarıdır), bu yüzden Allah 
Habeşlileri helak edip onların başından uzaklaştırdı.» dediler. 


Kaynak: İbnü'l Esir, El Kâmil Fi”t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/428-432. 


Fil olayında inanç yönünden tutarsızlıklar ve gariplikler vardır. Bunları'da hemen 
görelim: 


1-Habeşistan ve Yemen Hristiyan hâkimiyetindedir. Habeşistan kralı Necaşi ve 
Yemen valisi Ebrehe Hristiyandır. Yani, İslam'a göre kitap ehlidir ve müşrik 
değildir. Kureyşliler ise müşriktir! 


2-Ebrehe'nin büyük bir kilise inşa ettirdiğini, insanları kiliseye yönlendirmek 
istediğini tarihi kaynaklar yazar ve bu mabette tek bir put yoktur. Fakat Kâbe ise 
putlarla doludur ve bir müşrik Arap, Yemen'deki bu kiliseyi pisletmiştir. Peki, 
Kur'an'a göre kiliselerin bir değeri var mıdır? Hoşgörü? Peki, “senin dinin sana, 
benim dinim bana” durumu nedir? 


Kur'an'a bakalım, bu hususta ne diyor: 


HAC-40 “Onlar, başka değil, sırf “Rabbimiz Allah'tır” dedikleri için haksız yere 
yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) 
diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol 


120 


bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, 
kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç 
şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.” 


3-Filin her yöne gidip Mekke'ye gitmemesi ve Kuşların gagalarında ateş taşları 
taşıyıp orduya atmaları ve bu taşlarla ordunun telef olması zaten bilim dışıdır. 


4-Böylesi mucizeleri gören ve duyan herkezin putperest olması gerekirdi. 
Müşrikler bu olaydan sonra putlara tapmaya devam etmiştir! Allah müşriklerin 
putperestliğe devam etmelerine olanak sağlamıştır. Allah'ın müşriklerden yana 
olup, kendisine en yakın inananları helak etmesi mantıklı değildir! Kaldı ki belki 
Ebrehe'nin ordusunun içinde “putperest” bir kavimle savaşmaya gittiğini 
düşünen, bölgeyi putlardan temizleme amacıyla orduda bulunan Hristiyanlar da 
olabilir. 


5-Eğer “Allah Kâbe'yi korudu müşrikleri değil” dersek, daha sonraki olaylarda 
Allahın Kâbeyi neden korumadığı açıklanamaz değil mi? Kâbe İslam tarihi 
boyunca birçok kez saldırıya uğradı arkadaşlar, yakıldı-yıkıldı. Hacerülesved 
parçalandı, hacılar katledildi. Sel baskınlarına uğradı, vinç düştü binlerce dini 
bütün denilen hacı müslümanlar telef oldu, yoksa inananın Allahı ceza mı kesti 
hacı olmaya gelenlere? Yoksa dinleri mi bütün değildi? Ya da Allahları kendi evini 
mi koruyamadı? Sizce nedir bu durumun özü? İnsan hatası mı? Eğer öyle ise yeri 
göğü yaratan ve sonsuz zekâya sahip bir tanrının “Allahın her şeye gücü yeter, o 
isterse her şey olur” ayetlerini ne yapacağız? 


6-Bu olayın doğru olduğuna delil olarak, putperestlerin Fil suresine itiraz 
etmedikleri gösterilir. Putperestlerin itirazlarının olup olmadığı bilinemez. Çünkü 
Kur'an'dan başka hiçbir kayıt-kanıt bırakılmamış yakılarak yok edilmiştir. Ayrıca 
Fil Vakası bir putperest efsanesi olabilir. Önemli olan putperestlerin değil, 
Hristiyanların itirazıdır ki, Kur'an'da böyle bir itirazdan da söz edilmemiştir. 


7-İslam kaynakları Ebrehe'nin maddi çıkarları için bu seferi düzenlediğini yazar. 
Öyle olsa bile Ebrehe'nin amaçlarının arasında putları temizlemek ve insanları 
kiliseye yönlendirmek olduğunu söylemek sanırım çok yanlış olmayacaktır. İçinde 
yüzlerce put bulunan Kâbe'nin tevhid merkezi olarak nitelendirilmesi ise 
tamamen saçmadır. 


Peki, Fil Olayı ne zaman meydana geldi? 


Bu olay Peygamber'in doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fil/fillerden dolayı 
Araplar arasında “Fil Vak'ası”, geçtiği yıl ise “Fil Yılı” olarak meşhur olmuştur. 


121 


Ebrehe tarafından yazdırılan, Miladi 543 tarihli bir kitabe vardır “Himyeri 
Kitabesi”. Fil Olayı'nın bu tarihten sonra olduğu kesindir. Muhammed 
Hamidullah, Fil Olayı'nın peygamberin doğumundan 3 ay önce, 569 yılında 
meydana geldiğini yazmaktadır. Nitekim Arapça tarihi kaynaklarda, 
Muhammed'in “Fil Senesi”nda dünyaya geldiği bilgisi verilir. 


Kaynak: İbn Hişam, Siyer, İbnü”l-Esir, el-Kâmil ft-Târih 


Sonuç olarak; Fil Suresi ve İslam Tarihinde anlatılan yazılış nedeni bu olayın bir 
putperest efsanesi ve Kur'an'ın da putperest bakış açısı ile yazıldığını net olarak 
ortaya koymaktadır arkadaşlar. 


122 


Muhammed Kur'an'ı Bilginlerden 
Öğrendikleri ile Oluşturdu 


Muhammed henüz kendisini peygamber ilan etmeden, Mekke'nin tahsil görmüş 
en bilgili insanlarıyla oturup kalkardı. Peygamber olduktan sonra, muhalifler ona 
karşı, “Hayır, bu bilgileri daha önce kendileriyle irtibat olduğu şahıslardan 
almıştır, bu işin Allah'la ilgisi yoktur” gibi eleştirilerde bulunmaya başlayınca, 
Nahl Suresi'nin 103. ayeti ortaya çıkıyor. 


Nahl-103. Muhakkak biliyoruz ki kâfirler: “Kur'ân'ı Muhammed'e bir insan 
öğretiyor” diyorlar. Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili 
yabancıdır. Bu Kur'ân ise apaçık bir Arapçadır. Şimdi bu ayetle ilgili olarak çeşitli 
tefsircilerin yorumlarına bakalım: 1. Ubeydullah bin Müslüm anlatıyor: “Mekke'de 
çok bilgili iki Hristiyan köle vardı. Bunlar aslen Iraklı idiler. Adları Yesar ile Hayr 
idi. Bunların birçok kitapları vardı. Fırsat buldukça bu kitapları okurlardı. 
Muhammed de çoğu kez onlara uğrar, kendilerini dinlerdi. Günün birinde, 
peygamberlik iddiası ile ortaya çıkınca, muhalif olanlar, “Hayır, Muhammed bu 
bilgileri Allah'tan değil de adı geçen kölelerden almıştır. Allah'ı ise işini sağlama 
almak için kullanıyor” demeye başladılar. Bu yüzden, nahl Suresi'nin 103.ayeti 
cevap olarak indi.” 2. Carullah Zamahşeri'nin “el-Keşşaf...” adlı tefsirinde ve 
Muhammed bin Cerir Taberi'nin ünlü Camiu'l Beyan adlı tefsirinde Nahl 
Suresi'nin 103.ayeti için şöyle deniyor: “Mekke'de Tevrat ve İncil'i çok iyi bilen 
Cebr-i Rumi veya Aiş ya da Yaiş adında bir demirci vardı. Kimileri de adı Yesar-i 
Rumi idi diyorlar. Ayrıca onun yanında bir kardeşi de vardı, Muhammed sık sık 
bunlara gidip kendilerinden bilgi alırdı. Muhammed, peygamberlikle 
görevlendirilince, ona muhalif olanlar, “Muhammed bu bilgileri Allah'tan değil de, 
adı geçen demirci köleden almış” demeye başladılar. Bunun üzerine Nahl 
Suresi'nin 103.ayeti indi. 3- İmam Suyuti, Lübabü'n-Nükul adlı eserinde, Nahl 
Suresi'nin 103.ayeti için şöyle diyor: “Mekke'de Belam adında birisi vardı. 
Muhammed, sık sık ona gider, kendisinden bilgi alırdı. Kimileri de, o dönemde 
Mekke'de Yesar ve Cebr adlarında iki yabancının bulunduğunu, bunların çok 
kitapları olduğunu ve Muhammed'in genellikle onlara uğrayıp kendilerinden 
yararlandığını okaydediyorlar. Daha sonra, Muhammed peygamberlikle 
görevlendirilince, muhalifler, “Hayır, yalan konuşuyor. Bu bilgileri Allah'tan değil; 
adı geçen kişi veya kişilerden alıyor” demeye başladılar. Bu ağır itham üzerine 
Nahl Suresi 103.ayeti indi.” 4- Kadı Beydavi, Envarü't Tenzil adlı tefisirinde şöyle 
diyor: “Mekke'de Amr bin Hadremi'nin bir kölesi vardı. Adı Cebr-i Rumi idi. 


123 


Kimileri, bununla birlikte Yaser adında bir kölenin daha olduğunu söylüyorlar. 
Kimileri de bu şahsın, Huveytıb'ın kölesi Aiş olduğunu belirtiyorlar. Muhammed, 
peygamberlik iddiasında bulununca, muhalif gruplar, “Muhammed, Kur'an 
bilgilerini bu kölelerden alıyor, Allah'ı ise toplumu etkilemek için kullanıyor” 
şeklinde eleştiriler yöneltmeye başladılar. Bunun üzerine, Nahl Suresi'nin 103. 
ayeti indi.” 5- Nesefi, “Medark ...” adlı tefsirinde şöyle diyor: “Huveytıb'ın Aiş ya 
da Yaiş adında bir kölesi vardı. Bazıları da bunun isminin Cebr-i Rum-i olup Amr 
bin Hademi'nin kölesi olduğunu ileri sürmüşler. Bu köleler, Tevrat ve İncil'i çok 
iyi bilirlerdi. Muhammed, daima onlara uğrar ve kendilerinden bilgi edinirdi. 
Peygamberlik davası ortaya çıkınca, inanmayanlar dedikodu yapmaya başladılar 
ve Kur'an'ın dayanağının Allah değil de bu şahıslar olduğunu, Muhammed'in 
aktardıklarının ise, sadece adı geçen kişilerden öğrendiği bilgiler olduğunu 
söylemeye başladılar. Bu yüzden ilgili ayet indi.” 6- Fahrettin-i er-Razi, Tefsiri 
Kebir adlı yapıtında şöyle diyor: “Mekke'de Tevrat ve İncil'i çok iyi bilen ve bolca 
da kitapları olan bir köle vardı. Onun adı çok ihtilaflıdır. Kimisi Yeiş, kimisi 
Addas, kimisi Cebr, kimisi Cebra, kimisi Bel'am diyor. Muhammed, sık sık uğrar, 
ondan bilgi alırdı. Kur'an olayı ortaya çıkınca, inanmayanlar zaman içinde “Bu işin 
arka planında Allah değil de, adı geçen kişiler vardır” demeye başladılar. Kimileri 
de, “Aslında Kur'an'ı, çok açıkgöz olan Hatice Muhammed'e öğretiyor; fakat 
kendisi kadın olduğu için öne çıkamıyor, bu nedenle Muhammed'i öne çıkarıyor, 
yani Kur'an'ın baş aktörü Hatice'dir” diyorlardı. İşte, bütün bu itirazlara cevap 
mahiyetinde adı geçen ayet inmiştir. 7- Bazı kaynaklar da, “Nahl Suresi'nin 
103.ayetinde kendisinden söz edilen ve Muhammed'i etkileyen kişinin aslında 
Selman-ı Farisi olduğunu, ayetin de bu iddiaları reddetmek için indiğini” 
yazıyorlar. Acaba, iddia edildiği gibi, Selman-ı Farisi olsun, diğerleri olsun- 
gerçekten adı geçen şahıslarda Kur'an'ı ortaya çıkarabilecek bilgi birikimi var 
mıydı ya da Muhammed'e aktardıkları bilgiler Muhammed'in bildikleri, 
ürettikleriyle birlikte mi Kur'an'ı oluşturmuştu? Yoksa bu görüş muhalefet 
tarafından ortaya atılan bir iftira mıydı? Selman-ı Farisi hakkında bildiklerimiz 
şunlar: Selman-ı farisi, aslen Iranlı idi. Başta Zerdüştilik olmak üzere, bütün 
dinler konusunda fevkalade kendisini yetiştirmiş bir insandı. Kendisi aynı 
zamanda, hem çok zengin bir ailenin çocuğuydu, hem de onun ailesi Iran'da 
Zerdüştlik'te zirveye ulaşmış bir aileydi, din işlerine bakardı. Ticaret için Şam 
tarafına gelmiş, dinler konusunda araştırma yapmak amacıyla da bir daha 
memleketine dönmemişti. Yıllarca birçok papazdan İncil hakkında ders almış, 
daha sonra Irak'a geçmişti. Bu süreç içerisinde en az on Hristiyan ve Yahudi din 
alimleri yanında kalıp, onlardan ders alarak kendisini “din”ler konusunda son 
derece iyi yetiştirmişti. Daha sonra Muhammed ile buluşup ilişkilerini 


124 


derinleştirerek nihayet İslamiyet'e geçmişti. Öylesine akıllı bir insandı ki, Hicri 5. 
yılında Müslümanlar ile Mekke müşrikleri arasında Medine'de meydana gelen 
Hendek Savaşı'nda; “Medine'nin etrafına hendek kazıp savunma yapalım” fikrini 
ortaya atarak, Müslümanların savaşı kazanmalarını sağlamıştı. Ali, onun 
hakkında “Selman tüm ilimlerde uzman bir kişiydi, onun ilmi bitmeyen bir 
denizdi” demiştir. Selman'ın arkadaşları da kendisi için, “Selman lokman hekim 
gibiydi” diyorlardı. Ebu Hüreyre, “Selman, hem Kur'an'da hem de İncil'de uzman 
bir insandı” demiş. Selman-ı Farisi, başarılarından dolayı, Medayın'a vali olarak 
tayin edilmişti. İmam Zehebi, onun hakkında, “Selman'ın kavradığı bilgiler için en 
az ikiyüzelli yıllık bir zamana ihtiyaç vardır, halbuki Selman 70-80 yıl yaşamıştır” 
diyor. Muhammed de onun hakkında, “Selman-ı Farisi, bizim ailenin ferdidir. 
Selman, eğer ilim Süreyya yıldızında olsa gidip oradan alır” demiştir. 
Muhammed'in sık sık Selman'la geceleri uzun saatler bir arada kaldığı ve 
Selman'ın engin bilgisinden yararlandığı rivayet edilmektedir. Turan Dursun'un 
“Din Bu” adlı kitap serisinin dördüncü cildinde, Bel'am, Yaiş, Addas, Yessar, Cebr 
ve Iranlı Selman (Farisi) ve İman adındaki yardımcılarından söz edilir. Bunlardan 
Belam, Yunanlı bir köleydi. Yaiş ve Cebr (Yemenli) de birer köle idiler. Ilhan 
Arselin Şeriat'tan Kıssalar adlı kitabının önsözünde de Muhammed'in diğer 
öğreticileri/yardımcıları olarak Bahira, Verkâ ve Abdullah Ibn-i Selâm'ın adları 
geçer. Muhammed, katiplerini genellikle Yahudilikten ya da Hristiyanlıktan 
dönme ya da İbranice ve Süryanice bilen kişilerden seçerdi. Bu dillere vakıf değil 
iseler, öğrenmelerini isterdi. Örneğin, Hicret'in dördüncü yılında katiplerinden 
Zeyd bin Sabit'e Yahudi yazısını öğrenmesini söylemiştir. Söylendiğine göre, en 
ziyade yararlandığı kimselerin başında, Hristiyanlıktan dönme Selman-ı Farisi ile, 
Yahudilikten dönme Abdullah İbn-i Selam gelirdi. Siyer'in yazarları İbn-i İshak, 
İbn Hişâm ve Tabakat yazarı İbn-i Sa's gibi kaynakların bildirmesine göre, 
Selman-ı Farisi, Iranlı bir “Mecusi” iken çok genç yaşta Hristiyanlığı kabul ederek 
Suriye'ye gelmiş, daha sonra Bedeviler tarafından esir alınıp bir Yahudi'ye 
satılmış ve onun tarafından Medine'ye getirilmiştir. Kölelikten kurtulmak için 
Muhammed'e başvurup da onun tarafından satın alınmasıyla İslam'a girmiş ve 
azad olmuştur. Hristiyan ve Yahudi dinlerini en iyi bilen birisi olarak Farisi, 
Muhammed'e sadece din konusunda değil, yönetim ve savaş konusunda da 
Muhammed'e yardımcı olmuştur. Hendek Savaşı olarak bilinen savaşta, 
Muhammed'e hendek kazılmasını öneren kişinin Farisi olduğu söylenir. Abdullah 
İbn-i Selam'a gelince, Tevrat'ı en iyi bilen Yahudilerden birisiydi. Muhammed'in 
Medine'ye hicretinden sonra İslamiyete girmiştir. Tevrat konusunda, 
Muhammed'e en fazla bilgi verenlerden biri olduğu kabul edilir. O kadar ki, Hz. 
Muhammed onu, muhtemelen bu yardımlarından dolayı, “Cennetlik olan on 


125 


kişinin onuncusu” olarak tanımlamıştır. (Bkz. Sahih-i Buhari ... c.IX, s.81, ve c.X, 
s. 25 vd.) Muhammed bu kaynaklardan aldığı bilgileri, kendi günlük siyasetine 
uyduracak şekilde değişikliklere sokmuştur. Ancak, bunu yaparken, “kıssa”ları 
(masal ve hikayeleri) bir teviye ya da belli bir sıra ve silsile esasına göre değil, 
fakat Kur'an'ın çeşitli surelerine ve bu surelerin ayetlerine dağıtmıştır. Bazılarını 
da hadis olarak ifade etmiştir. Bu yolla Tevrat'tan aktarılan bilgilerde zaman 
zaman hata yapmış, Yahudilerin ve Hristiyanların itirazlarıyla karşılaşmıştır. 
Örneğin İsa'nın annesi Meryem'le, Musa'nın kızkardeşi Meryem'i karıştırmış, 
İbrahim'in babasının adını Terah yerine Azer yazmıştır. Buna benzer birçok 
konuda yaptığı hatalar nedeniyle Yahudi ve Hristiyanlar başta olmak üzere bölge 
halklarının büyük çoğunluğu peygamber olduğuna inanmamıştır. Muhammed'in 
peygamberliğini ilan etmezden önceki döneminde bir hazırlık safhasından geçtiği 
bilinmektedir. Bu hazırlık öncesi, çocukluk döneminde daha 12 yaşlarında iken 
Rahip Bahira ile yaptığı görüşmeden kaynaklanan bir şartlanmayı belirtmekte 
fayda var. Ardından ekonomik sıkıntılar yaşaması, çobanlık yapmak zorunda 
kalması, amcasının kızıyla evlenme isteğinin reddedilmesi gibi olaylar onu 
kamçılamış ve düzene karşı bir pozisyona getirmiştir. Bu dönemde Mekke'de 
putperestlerden sonra güçlü olarak hanifler bulunmaktaydı. 


Hanifler, putlara karşı çıkıyor ve tek Tanrıya ve İbrahim peygambere 
inanıyorlardı. 


Muhammed de haniflerin etkisi altında kalmış ve onlarla birlikte olmuştu. 


O dönemde bizzat hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. 
Bunlardan bazıları, Kus b. Saide el-İyadi, Zeyd b. Amr b. Nüfeyl, Umeyye b. Ebi's- 
Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es'ad el-Himyeri, Vek? 
b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays 
Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el- 
Udvani, Abdüttabiha b. Sa'leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis b. Umeyye el- 
Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. 
Ebras el-Esedi, Ka'b b. Lüey gibi zatlardır. Cahiliye döneminin kayda değer hanif 
şahsiyetlerden ve Kureyşin hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. 
Huveyris, Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün 
içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir. Varaka b. 
Nevfel eski kitapları okuyan âlim bir kimseydi. 


Bu dönem haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür: Putları 
ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin yanlış âdet ve 
inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan kaldırılması için faaliyette bulunmak, 


126 


kavimlerinin baskılarından kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya 
çekilmek ve yaratıcıyı düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal 
kitapları, sayfaları ve Zebur'u okuduklarını, birçoğunun İbrahim'in dini üzere 
yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu uğurda çeşitli 
sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını, rahip ve hahamlarla görüşüp 
onlara sorular sorduklarını, ancak aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve 
Hıristiyanlığa girmediklerini, İbrahim'in dinine inanmış olarak öldüklerini 
bildirmektedir. Hanif kelimesi en eski kullanımı itibariyle Sami dil ailesine giren 
dillerde görülmekteydi. Ancak Kur'an'da kast edilen mananın dışında bir anlam 
taşımaktaydı. Kur'an'da müspet bir anlam yüklenen Hanif kelimesi, söz konusu 
dillerde menfi anlamda kullanılmakta olup, İslam literatüründe cahiliye 
tanımlamasına hemen hemen denk düşmektedir. Mesela; ahlaksız, dinden dönen, 
müşrik, kaba ve yalancı vs. anlamları da verilmiştir. Diğer taraftan Hanif 
kelimesi, ahlaksız, dinsiz; Süryanice de ise murdar anlamlarında kullanılmıştır. 
Hanif kelimesine yalancı, ikiyüzlü ve müşrik manaları da verilmiştir. Hristiyan 
Süryaniler, “hanif” kelimesini ayrılıkçı Hristiyan mezheplerini nitelemek için de 
söylemişlerdir. Arapçada ise sapıklıktan doğru yolu bulmak anlamında olan 
“hanefe”den türediği söylenmektedir. Açıkçası putlardan uzaklaşarak tek İlaha 
inanan kimse demektir. 


(Şemseddin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Ankara 1997- Sa.99, 
dipnot 31) Arapların putperestliği zayıflamaya yüz tutmuş, hristiyanlık bir birine 
karşı fırkalara bölünmüş, Yahudilik ise dindeki hâkimiyetlerini muhafaza için, 
Arapları kendi içlerine almayan seçilmiş bir topluluğun dini durumuna gelmiştir. 
Diğer taraftan tevhid anlayışı Mecusilikten alınma zıt unsurlar sebebiyle 
zayıflamaya yüz tutmuştur. Kaynakların ifadesinden de anlaşılacağına göre aynı 
bölgelerde beraber yaşamış olan Sâbiilik ve onun istihalesi durumunda olan 
putperestlik, Haniflikle karşı karşıya gelmiştir. Araplar çoğunlukla ifrat 
derecesine varan bir hayat yaşamışlardır. Özellikle yol kesmek, yağma ve 
çapulculuk, mağlup olan kabilelerin hürriyet hakkı ile beraber kişisel haklarının 
da galibin eline geçmesi, savaşta yenilen kabile hakkında her türlü haksızlığın 
serbest olması gibi anlayışlar, ataların geleneği sayılmıştır. Hatta aynı ırktan olan 
kabileler, sürekli birbirlerini boğazlamaktan geri kalmamışlar ve bundan zevk alır 
hale gelmişlerdir. Bütün Arap yarımadası cehalet ve anarşi kâbusları altında 
eziliyordu. Şiir, edebiyat ve diğer teşkilatlar bakımından nispeten ileri olan 
Araplar, iman, fikir ve ahlak bakımından çok geri kalmışlarıdır. Hatta bu 
şiirlerden bir tanesi de Kuss b. Sâide tarafından Ukkaz Panayırında söylenmiştir. 
“Ey insanlar! “Allah'a yemin ederim ki bunda ne bir hata var ne de yanlış, Allah 
katında bizim bu dinimizden daha hayırlı olan bir din var. Onun gelmesi yaklaşan 


127 


bir elçisi var, gölgesi başımızın üstüne düştü. Ona ulaşan ve kendisine uyana 
müjdeler olsun. Ona muhalefet edene yazıklar olsun. Geçen çağlara ve hayatlarını 
gaflet içinde geçiren milletlere yazıklar olsun.” diyerek tabiri caizse İsa'ya yol açan 
Yahya rolü üstlenmiştir.. Kuss b. Sâide bu şiirini okurken Muhammed'in onu 
dinlemesi de ayrı bir anlam taşımaktadır. Arap Yarımadasına komşu olan 
devletlerin Hristiyan, Yahudi ve Ateşperest olmaları, yöneticilerin zalimane 
hareketleri, bu halkların başka bir din aramalarına sebep olmuştur. Hristiyanlar, 
Yahudiler ve Farisilerin dini görüş, fikir ve inançları beklenen ıslah edici bir 
peygamberin gelişi için zemin hazırlamıştır. Bundan sonra Arapların o zeminde 
karşılaşacakları peygamber Muhammed ve din de İslamiyet olacaktır. Hilful- 
Fudul ve Muhammed Üzerindeki Etkileri: Muhammed'in gençlik dönemindeki 
Kureyş'de düzen çok bozulmuş, başıbozuk bir kaos ortamı oluşmuştu. Haram 
aylar denilen savaşılması günah kabul edilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve 
Receb aylarında dahi kabileler arasında savaşlar oluyordu. Bu kuralı 
çiğneyenlerden biri de Muhammed'in amcası Kureyş-Kinane ittifakının komutanı 
Zübeyir bin Abdülmuttalip idi ve 18-20 yaşlarında iken Muhammed de bu savaşa 
katılmıştı. Son 4 Ficar savaşı ile birlikte Mekke'de karışıklık iyice arttı. 
Haksızlıklar, hırsızlıklar, gasp, despotluk, güçsüz olanların ezilmesi, hukuksuzluk 
had safhaya varmıştı. 


Öyle ki Mekke'ye hacca veye ticarete gelenler dahi soyuluyor, taciz ve tecavüze 
uğruyordu. Bunların hakkı, hukuku gözetilmiyordu. Son olarak Yemenli bir 
tacirin mallarının parası ödenmeyince, tacir Hilful Ahlaf denilen oluşuma 
müracaat etti ama yardım alamadı. Bunun üzerine feryat edip Mekke'de 
mağduriyetini dile getiren şiir okuyarak sesini duyurmaya çalıştı. Bu durumdan 
etkilenenler Mekkeli zenginlerden Abdullah b. Cudan'ın evinde biraraya gelerek 
toplandılar ve Hilful-Fudul adlı sivil örgütü kurdular. Bu oluşumun içinde yer 
alanlar arasında Ebu Bekir ve Muhammed de vardı. Hılfılfudul adıyla anılmasının 
nedeniyse; Araplar arasında bu isimle anılan birçok antlaşmanın daha önce 
yapılmasıydı. Bunlardan en meşhuru; curhum kabilesinin Kureyş'ten önce böyle 
bir antlaşma ve dayanışma yapmasıydı. Bunlar; fadıl b. fudale, fadıl b. vedea ve 
fadıl b. haris isimli curhum kabilesinin ileri gelen kişileridir. Bu kişilerin isimleri 
fadıl olduğundan bu harekete de fadılların ittifakı anlamında hılfılfudul adı 
verilmiştir. Toplantıda ettikleri yemin ise şöyleydi: “Allah'a yemin olsun ki, Mekke 
şehrinde birine haksızlık ve zulüm yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister 
kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el 
gibi hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ısıtacak suyu bulundukça, Hira 
ve Sebir dağları yerinde kaldıkça ve üzerinde dağ tekeleri otladıkça bu yemine 
aykırı davranmayacağız ve birbirimize maddi yardımda bulunacağız.” (İbn Sa'd, 


128 


Tabakat, I, 129) Bu oluşuma katılanların ilk işi, As b. Vaiľe giderek Yemenli'nin 
malını ondan almak ve Yemenli'ye teslim etmek oldu. O günlerde, Has'am 
kabilesinden Yemenli bir tacir, kızı ile birlikte hac için Mekke'ye gelmişti. Şehrin 
despot kişilerinden Nübeyh b. Haccac'ın, kızını zorla elinden alması üzerine tacir, 
Hilfwl Fudul'a gitti. Hilf mensupları hemen Nubeyh'in evini kuşattılar ve kızı alıp 
babasına teslim ettiler. Eraş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebu Cehil, 
parasını ödemedi. Muhammed'le birlikte Ebu Cehile gidildi ve hiçbir itiraz 
olmadan parası alındı. Sümale kabilesine mensup bir tacir Mekke'nin ileri 
gelenlerinden Übey b. Halef'e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan 
tacir Hilfwl-Fudül'a başvurdu. Teşkilat mensupları ona Übeyy'e gidip parasını 
tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini 
söylediler. Bunun üzerine Übey, parayı hemen ödedi. Bu sivil inisiyatifin olumlu 
girişimleri Mekkeliler arasında takdirle karşılandı, örgüt mensuplarına karşı 
güven ve saygı oluşturdu. Bu örgütün, Muhammed'in kişiliğinin oluşturmasında, 
çevresiyle ilişkilerinin geliştirmesinde, itibar oluşturmasında etkisi büyük 
olmuştur. Peygamberliği ilan ettikten sonraki dönemde dahi Hilful Fudul'dan 
övgüyle söz etmiş ve “Yine çağrılsam gider katılırım.” demiştir. (Müsned, I, 190, 
317) Hatice ve Varaka: Hatice binti Huveylid b. Abdul Uzza'nın doğum tarihi kesin 
olarak bilinmemekle birlikte, Milâdi 555. yılında olabileceği söylenmektedir. O, 
Arapların Kureyş kavminin Hâşimiler boyundan olup babası Huveylid, annesi 
Fâtıma'dır. Muhammed ile evlenmeden önce üç evlilik yapmıştır. Hatice ilk önce 
Varaka ibn-i Nevfel'e nişanlanmış ancak nikâh yapılmamıştır. İkinci kez künyesi 
Ebu Hale olan İbn-i Nebbaş ile nikâhlanır. Ebu Hale'nin vefatından sonra Atik 
ibn-i Abid ile evlenir. Atik'in de vefatından sonra amca oğlu Sayfi ibn-i Umeyye ile 
evlenir. O'nunda ölümü üzerine dul kalır. Bu evliliklerinden aşağıdaki çocukları 
doğmuştu: 1. Ebu Hale'den Hind isimli oğlan çocuğu. 2. Atik'den yine Hind isimli 
kız çocuğu 3. Sayfi'den Muhammed isimli oğlan çocuğu. Hatice'nin iki çocuğunun 
isminin de Hind olmasına binaen künyesi de Ümm-i Hind olmuştur. Hatice çok 
zengindi ve ticaretle uğraşmaktaydı. Ücretle tuttuğu adamlarla Şam'a ticaret 
kervanları düzenlerdi. Muhammed'le tanıştı ve ondan hoşlandı, ona ticaret 
ortaklığı önerdi ve onun başkanlığında bir ticaret kervanını Şam'a gönderdi. Aynı 
zamanda hizmetkârı Meysere'yi de onunla beraber gönderdi. Hatice bu ticaret 
kervanından çok memnun oldu. Daha önce gönderdiği ticaret kervanlarına 
nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti. Hatice, Muhammed hakkında 
Meysere'yi de dinleyince, ona olan itimadı ve sevgisi daha da arttı. Ona 
anlaştıkları ücretten fazlasını verdi ve Muhammed “e evlenme teklifinde bulundu. 
Hatice, Muhammed ile 4.evliliğini yaptığında 40 yaşlarında, Muhammed ise 25 
yaşlarında idi. Evliliklerinden 4 oğlu oldu: Kasım, Tayyib, Tahir, Abdullah; dördü 


129 


de vefat ettiler. 4 de kızı oldu: Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Zeyneb, Fatıma. 40 
yaşından sonra 8 çocuk! (Bazı kaynaklara göre Tayyib ve Tahir, Abdullah adlı 
oğlunun lakabları olarak belirtilir.) Hatice, Muhammed'i amcazadesi Varaka Bin 
Nevfel ile tanıştırdı. Varaka Hıristiyandı ve bilimle ilgiliydi! Aynı zamanda Nasturi 
rahibi olan Varaka Mekkenin de rahibi ve vaiziydi! Tevrat ile İncil'i de iyiden iyiye 
incelemiş ve Arapçaya tercüme etmişti. Çok fazla bilgili ve Filozof bir adamdı. 
Dinler tarihini çok iyi biliyordu! O araştırmaları sonucunda puta tapıcılığı bırakıp 
hıristiyanlığı kabul etmişti. Varaka Bin Nevfel Muhammed'i sevdi. Onun dini 
konulara olan ilgisi hoşuna gitmiş ve yakınlık duymuştu. Bilgili olduğu için 
Muhammed de ona saygı ve ilgi gösteriyordu. Varaka'yı her zaman ziyaret 
ediyordu. O da Ona Tevrat'ı baştan başa okuyup açıkladı. Adem'den İsmail'e 
kadar bütün Peygamberlerin menkıbelerini en ince ayrıntılarına kadar anlattı. 
Musa'nın dinini nasıl kurduğunu!.. İsa'nın Hıristiyanlığını da izah etti! 
Vahdaniyet-i ilahiye'yi derinden derine anlattı, fikir ve halvet yollarını gösterdi. 
Türk tarihçisi Enver Behnan Şapolyo'ya göre, Muhammed 15 sene boyunca 
Varaka bin Nevfel tarafından eğitilmiş ve Tevrat ve İncil'de yer alan bilgiler ona 
öğretilmiş ve yetiştirilmiştir. Kaynak: İbni Hişam, Sire: 1/254; İbni Kesir, Sire: 
1/404 


Yemenli Rahman- Müseylimetül Kezzab Muhammed zamanında Yemen'de çok 
önemli bir kabile reisi vardır ve peygamberliğe soyunmuştur. Adı Yemame 
Rahman'i dir. Bu Yemame Rahman'i oldukça kültürlü, zeki ve saygın bir kişidir. 
Araplar arasında oldukça nüfuzludur, Muhammed'in bu kişiyle diyalogları olmuş, 
ona büyük saygı duymuştur. Hatta onunla ilişkisi öyle bir dereceye gelmişti ki, 
Mekkeli inanmayanlar, “Bize ulaşan bilgiye göre, Yemame'deki şu adam, Rahman 
denen kişi öğretiyor sana müslümanlığı. Kuşkun olmasın ve yemin ederiz ki, biz 
hiçbir zaman Rahman'a inanmayız.” demişlerdir. Kaynak: (Siratu Ibn Ishak, 
Muhammed Hamidullah 180/254) 


Rahman insanlar arasında kullanılan bir isimdi. Ve ilginçtir ki, Arap dilindeki 
birçok kelime Sankstritçedir, çok tanrılı Hint bölgesi diline aittir! Mekkeli Araplar, 
Muhammed'in İslam kelimesini bile bu Rahman denen kişiden aldığını iddia 
ediyorlardı! 


Bu Yemameli Rahman, peygamberlik savında bulunduğu zamanlar bir diğer adı 
da “Müslim” di. Yani, İslam oluşturulmadan önce adamın bir adı da Muslim! 
Tabii, daha sonra peygamberlik savında Muhammed başarılı olunca, 
müslümanlar alay etmek için “Müseylime” ve “çok yalancı” anlamında “Kezzab” 
ismini de eklerler. Daha sonra da İslamın tarihi derlenirken, bu Rahman ile ilgili 


130 


bilgilerin büyük çoğunluğu imha edilmiştir, ilerde sorun çıkmasın diye! Yine de 
elde kalabilen bu kadar bilgi bile durumu gayet iyi açıklayabilmektedir. 


Yemen, o zamanlarda Mısır dâhil Orta Doğu ve Hindistan'a kadarki uygarlıklar 
için önemli ticaret noktalarından biriydi. Aynı zamanda din olarak da musevilik, 
hristiyanlık ve müslümanlığın temeli olan sabiilik vardı. Bunun yanında musevilik 
ve hristiyanlık da sonradan yerleşmişti, tıpkı Medine'de yahudiliğin yerleşmiş 
olması gibi. Yemen bu yüzden ticari olduğu gibi bir dinsel merkezdi de aynı 
zamanda. 


Rahman denen kişi Yemen'in Ezd kabilesinden, bilgelik ve nüfuzuyla saygı gören 
bir başkandı. Muhammed, peygamberliğini ilan etmeden önce, karısı Hatice 
tarafından ticari amaçlı olarak Yemen'e de gönderilmişti. Yemen'de o zamanlar 
çok önemli olan Hubase mesiresine katılmıştı. Zaten Rahman'la da burada 
tanışmıştı. (Kaynak: Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi 1/61) 


Muhammed'in içinden çıktığı Evs ve hazrec kabileleri de, o zamanki Arap 
kabileler topluluğundan birçoğunu içine alan Ve Rahman isimli kişinin de içinden 
çıktığı Ezd kabilesinden ayrılmaydı. 


Yani kısacası, Muhammed ve Rahman uzak ta olsalar sonuçta akrabaydılar. 


Yemen kökenli bu Ezd kabilesi Muhammed için çok önemliydi. Buna örnek olarak 
çok sağlam iki hadis aktarayım size: 


“Emanet Ezd'dedir.” Tirmizi, Sunen, no: 3936. 


“Ezd kabilesinden olanlar, allah'ın yeryüzündeki arslanlarıdırlar. İnsanlar onları 
alçaltmak isterlerken, Allah onları yükseltir. Öyle bir zaman gelecektir ki, kişi hep 
“keşke babam bir Ezd'li olsaydı, keşke anam bir Ezd'li olsaydı” diyecek.” Tirmizi, 
no: 3937. 


İşte bu yüzden, bu Yemen ve Ezd kabilesi sevgisinden Muhammed, “iman 
Yemenlidir, hikmet de Yemenlidir” demiştir. Sadece sevgisinden değil tabii, 
Yemen'in o zamanlar bir dinsel merkez olması, bütün dinlerin kaynağı olan 
oluşturan her şey, ibadetlere kadar Yemenlidir, Sabiilik kökenlidir. Bu nedenle 
Rahman hiç de önemsiz bir insan değildir Muhammed için. Nitekim, 
peygamberliği Muhammed'e kaptırmak istemeyecek, kendisi de peygamberliğini 
ilan edecek, başarılı olamayınca 148 yaşında olmasına rağmen Muhammed'e 
peygamberlikte ortaklık dahi teklif edecektir. Evet, bazı bilgiler gerçekten 


131 


şaşırtıyor insanı. Ama olmayacak bir şey de değil, neler olmuyor ki şu dinlerin 
içinde! 


Üstelik bazı kaynaklara göre, Muhammed'den 20 yıl önce peygamberliğini ilan 
etmiş. 


Hicretin 10. yılında Muhammed'e şu satırlarla ortaklık teklif ettiği rivayet edilir; 
“Tanrı elçisi Müseylime'den, Tanrı elçisi Muhammed'e mektuptur. Sana esenlikler 
dilerim. 


Ben Peygamberlikte sana ortak edildim. Yeryüzünün yarısı bize, yarısı 
Kureyşlilere aittir, fakat Kureyşliler adaletle hareket etmezler.” Peygamber'in, 
Yemame halkına öğretmen olarak gönderdiği Reccal bin Unfuva, Müseylime ile 
çok iyi arkadaş olmuştu. Ve Tanrı'nın Müseylimeyi, Muhammed'e ortak ettiğine 
tanıklık ediyordu. Margoliuth'a göre ise Muhammed peygamberlikte Yemenli 
Rahman'ı taklit etmişti. 


Rahman'dan Örnek Ayetler: “Allah yüklü deveye in'am etti. Ondan koşan bir 
yavru çıkardı. Sifak (alt deri) ile hasa (barsak) arasindan.” 


“Salih insanlar gecelerini uyumadan, ibadetle geçirirler, gündüzleri de gökteki 
bulutların ve yağmurların kuvvetli tanrısı için oruç tutarlar.” 


“Tanrıyı her eksikten tenzih ederim ki, O dirilme zamanı geldiğinde, acayip bir 
biçimde diriltir. Sizi göğün katına yükseltir. O sizin hardal tanesi kadar da olsa 
işlerinizi ve gönlünüzden geçeni bilir. İnsanlar bu yüzden ziyana uğrar ve lanete 
katlanırlar.” 


“Renkleri kara olduğu halde sütleri beyaz olan koyunlar üzerine and içerim ki.” 


“Ektiğiniz yerleri koruyunuz; yoksul olanları yurdunuza kondurunuz, azgınları 
yurdunuzdan uzaklaştırınız.” 


Kaynak: Bahriye Üçok'un “Dinden Dönenler ve Yalancı Peygamberler” kitabı. 


Yemameli Rahman Müslim'den birkaç ayet daha: Tohum ekerek, Ekin 
yetiştirenlere, Ekinleri biçenlere, Buğdayları savuranlara, Sonra öğütenlere, 
Onlardan ekmek yapanlara, Bu ekmekleri ufak ufak doğrayarak, Et suyunda 
ıslatanlara, Ve bunların üzerine, Sade yağ dökerek yiyenlere, Şerefine and içerek 
temin ederim ki; Siz hayvan besleyerek, çadırda yaşayanlardan, Daha 
meziyetlisiniz. 


Binalarda yaşayanlar da size üstün gelmedi. 


132 


Karanlıkları basan gece, Siyah Kurt, Ve yaşına basan, Çatal tırnaklı hayvan adına 
andolsun ki; Üsseyid'lerin, Haremin hürmetini çiğnememiş olduklarını teyit 
ederim. 


Aşağıdakiler de Kur'an'dan: 
Nâzi'ât Suresi 


1. Andolsun şiddetle çekip çıkaranlara, 2. Andolsun kolaylıkla alanlara, 3. 
Andolsun yüzüp yüzüp gidenlere, 4. Derken, öne geçenlere, 5. Nihayet işi çekip 
çevirenlere (ki, mutlaka tekrar diriltileceksiniz). 6, 7. Büyük bir sarsıntının olacağı 
o günde o sarsıntıyı, peşinden gelen başka bir sarsıntı izleyecektir. 8. O gün 
birtakım kalpler (tedirginlik içinde) şiddetle çarpacaktır. 9. Onların gözleri (korku 
ile) inecektir. 10. Şöyle derler: “Biz gerçekten gerisingeriye eski halimize mi 
döndürüleceğiz?” 11. “Bizler çürümüş kemiklere döndükten sonra mı?” 12. “Öyle 
ise bu hüsran dolu bir dönüştür” dediler. 13. Halbuki o, bir haykırıştan (sür'un 
üfürülmesinden) ibarettir. 14. Birdenbire kendilerini mahşerde buluverirler. 15. 
(Ey Muhammed!) Müsâ'nın haberi sana geldi mi? 16. Hani, Rabbi ona mukaddes 
Tuvâ vadisinde şöyle seslenmişti: 17. “Haydi Firavun'a git! Çünkü o azmıştır.” 18. 
“Ona de ki: İster misin (küfür ve isyanından) temizlenesin? 19. Seni Rabbine 
ileteyim de ona karşı derinden saygı duyup korkasın!” 20. Derken Müsâ O'na en 
büyük mucizeyi gösterdi. 21. Fakat o, Müsâ'yı yalanladı ve isyan etti. 22. Sonra 
sırt dönüp koşarak gitti. 23. Hemen (adamlarını) topladı ve onlara seslendi: 24. 
“Ben, sizin en yüce Rabbinizim!” dedi. 25. Allah onu, ibret verici şekilde dünya ve 
âhiret cezasıyla cezalandırdı. 26. Şüphesiz bunda Allah'tan sakınıp korkan 
kimseler için büyük bir ibret vardır. 27. (Ey inkârcılar!) Sizi yaratmak mı daha 
zor, yoksa göğü yaratmak mı? Onu Allah kurmuştur. 28. Onu yükseltmiş ve ona 
düzen ve âhenk vermiştir. 29. O göğün gecesini karanlık yaptı, ışığını da çıkardı. 
30. Ardından yeri düzenleyip döşedi. 31. Ondan suyunu ve merasını çıkardı. 32. 
Dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi. 33. Bunları sizin için ve hayvanlarınız için 
bir yarar kaynağı yaptı. 34, 35. En büyük felaket (kıyamet) geldiği zaman, o gün 
insan yaptıklarını hatırlar. 36. Cehennem, görenler için apaçık bir şekilde 
gösterilir. 37, 38, 39. Kim azgınlık eder ve dünya hayatını tercih ederse, şüphesiz, 
cehennem onun sığınağıdır. 40, 41. Kim de, Rabbinin huzurunda duracağından 
korkar ve nefsini arzularından alıkoyarsa, şüphesiz, cennet onun sığınağıdır. 42. 
Sana, kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. 43. Onu bilip söylemek nerede, 
sen nerede? 44. Onun nihai bilgisi yalnız Rabbine âittir. 45. Sen, ancak ondan 
korkanları uyarıcısın. 46. Kıyameti gördükleri gün onlar, sanki dünyada ancak bir 
akşam, yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış gibidirler. 


133 


- , , 
Tüm Ganimetler Allah'a ve Peygamber'e 
Altmış 
Muhammed, ilk başta “Ganimetlerin tümü Allah'a ve peygambere aittir” diyor ve 
ganimetlere el koyuyordu. (Enfal 1). Müslümanlar buna karşı çıkıp ganimetten 
pay istediler. İtirazlar üzerine ayet geldiğini söyleyip ganimetlerin 1/5'inin Allah'a 


ve kendisine ait olduğunu, gerisinin paylaştırılacağını açıkladı. (Enfal 41) Kimbilir, 
ayet gelene kadar ne tartışmalar, ne pazarlıklar olmuştur? 


Ganimetlerin tamamını kendine ve Allah'a ait olarak görürken 4/5'ünün elden 
çıkması herhalde Muhammed'in hoşuna gitmemiştir. 


Acaba kendi malı, kendi hakkı gördüğü bu ganimetleri paylaştırırken içinden 
aşırdığı, çaldığı olmuş mudur? Bir peygamber hırsızlık yapabilir mi? Başkalarının 
hakkını, devlet-millet malını kendi zimmetine geçirebilir mi? Böyle bir olasılık 
mümkün müdür? 


Bir başbakanın, bir cumhurbaşkanının basın açıklamasında durup dururken 
hırsızlık, yolsuzluk yapmadığını açıklamaya çalışması normal midir? Eğer bu 
konuda bir suçlamayla karşı karşıyaysa normaldir. Örneğin Turgut özal, 
hakkındaki iddia ve suçlamalar üzerine böyle bir açıklama yapmış ve bir yolsuzluk 
yaptıysa bunun hesabını öbür dünyada Allah'a vereceğini söylemişti. 


Şimdi aşağıdaki ayete bakalım: 


Ali İmran/ 161. Bir peygamber için emanete hıyanet olur şey değildir. Kim böyle 
bir aşırma ve ihanette bulunursa, aşırdığını kıyamet günü boynuna yüklenerek 
getirir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir, onlar da 
haksızlığa uğramamış olurlar. 


Bu ayeti okuyunca “Ben hesabımı Ahiret günü Allah'a veririm” diyenleri hatırlıyor 
insan. Muhammed de ayette aynen böyle diyor. “Ganimetten aşırma yaptıysam, 
kıyamet günü aşırdıklarımı boynumda taşıyıp getiririm, herkes de hakkını alır.” 
diyor dolaylı olarak. Ortada hiçbir şey yokken böyle bir ayete gerek duyulması 
mümkün değildir. Bu ayetin evrensel bir niteliği de yoktur kesinlikle. Ya 
Muhammed hakkında ya da bir peygamber hakkında bir iddiada bulunulmuştur. 
Yani tarihidir, o dönemle ilgili bir konuya mahsustur. 


Tabii ki bu ayetin varlığı, Muhammed'in bir aşırma yaptığı anlamı taşımaz. Ama 
bu tür bir olasılığı akla getirir. Ayette, hesabın ahiret günü sorulacağı açıklaması 


134 


ise denetimin önüne set koymaktır. Yolsuzluk, toplumların en büyük 
sorunlarından biri iken, denetimsizliği hâkim kılıcı ve hesabı Allah'a havale edici 
çözüm çözüm değildir. Doğrusu, sayımdır, kayıttır, denetimdir. 


Halbuki maddi konularla direkt olarak peygamberin ilgilenmesi yerine bir 
komisyona görev verilse ve bu komisyon da denetlenseydi o döneme göre çok 
daha uygun bir çözüm olur ve sorun yaşanmaz, evrensel olduğu iddia edilen 
Kur'an'da böyle bir ayete gerek kalmaz, çelişki olmazdı. 


Bu ayetin yazılmasına sebep olarak iki olay görülür, biri kayıp kırmızı kadife 
kumaş, diğeri de 1 kese altın. Bunlar nedeniyle mi yoksa bilmediğimiz başka bir 
olay nedeniyle mi yazıldığını kesin olarak bilemiyoruz. Bilinen sadece bu iki olay. 


527 - İbnu Abbas (r.a.): “Hiçbir peygambere ganimete ve millet malına hıyanet 
yaraşmaz” (Al-i İmran, 161) ayeti, Bedir savaşı sırasında kaybolan kırmızı renkli 
bir kadife parçası hakkında nazil olmuştu. Cemaatten bazısı “Belki de Hz. 
Peygamber almıştır” demişti ki bunun uzerine yukarıdaki ayet nazil oldu.” 


Ebu Davud, el-Huruf ve’l-Kiraat 1, (3971); Tirmizi, Tefsir, Al-i İmran (3012). 
Peygamber bir gün ikindi namazını kıldı ve acele ile kalkarak şöyle buyurdu: 


“Yanımda kalan Bir Miktar külçe altını hatırladım. Beni bağlamasından 
hoşlanmadığım için taksim edilmesi bana emredildi.” 


Doğru eve giderek, evdeki paraları aramaya başladı. Ama bir türlü bulamıyordu. 
Ayşe altınları yoksullara dağıttığını söyledi. 


Külçe altınların yoksullara dağıtılması ve peygamberin bundan hiç haberinin 
olmaması... Çok ilginç! 


Ukbe 273 Buhari 


Ganimet konusunda çok sorunlar ve olaylar yaşanmış, öyle ki ganimetlerin adil 
dağıtılmadığı konusunda peygamberlerine kırıcı sözler söyleyenler, hatta üzerine 
yürüyüp sıkıştıranlar olmuştur. Bu olaylardan biri de Ci'rane Olayı'dır. Huneyn 
gazvesinde Müslüman olmalarına rağmen Hevazinlilerin mallarına el konmuş, 
insanları esir alınmıştır. Elde edilen ganimetlerin dağıtımında yeni Müslüman 
olanlara kalplerini ısındırmak maksadıyla diğerlerinden daha fazla pay verilmesi 
ortalığı karıştırmış, Ensar kabilesi kendilerine az pay verilmesini protesto edip 
Muhammed'i haksızlıkla suçlamıştır. Muhammed, bir sonraki savaşta elde edilen 
ganimetlerden fazla pay dağıtacağı sözü vererek ortalığı yatıştırabilmiştir. 


135 
Peki, nedir bu Ci'râne olayı? Hemen İslam Ansiklopedisi'nden bakalım: 


Huneyn Gazvesi'nde elde edilen ganimetlerin dağıtıldığı yer. Mekke ile Tâif 
arasında, Mekke'ye 9 mil uzaklıktadır (Ezrakı, II, 131). Burada aynı adla anılan bir 
su kuyusu vardı. Kelime ilk dönem hadis âlimlerinin çoğu tarafından Ciirrâne, 
tarihçiler ve dilciler tarafından Ci'râne şeklinde okunmuştur. 


Ci'râne İslâm tarihinde Hz. Peygamber'in ganimetleri dağıtması sırasında çıkan 
olaylar sebebiyle meşhur olmuştur. Huneyn'de Hevâzin ve Sakif kabilelerine bağlı 
kuvvetler büyük bir hezimete uğramış, bir kısmı Evtâs mevkiine çekilirken bir 
kısmı da Tâif Kalesi'ne sığınmıştı. Hz. Peygamber düşmanı takip için Evtâs'a bir 
seriyye göndermiş, kendisi de elde edilen ganimetleri Ci'râne mevkiinde 
bırakarak Tâif'e hareket edip burayı muhasara altına almıştı (8 / 630). 


Tâif muhasarasının kaldırılmasından sonra ganimetlerin muhafaza edildiği 
Ci'râne bölgesine dönen Hz. Peygamber, sayıları büyük bir yekün tutan esirleri ve 
bol miktardaki ganimeti askerler arasında dağıtmadan bir süre bekledi. Niyeti, 
müslüman olarak kendisine başvuracak Hevâzinlilere bu ganimetleri iade 
etmekti. Fakat Hevâzin heyeti geç kalınca bazı münafıklarla İslâmi bir şuura sahip 
olmayan yeni müslüman olmuş bir kısım bedeviler, ganimetleri hemen dağıtması 
için Hz. Peygamber'i incitecek şekilde ısrarda bulundular. 


Beytülmâl hissesi olarak beşte biri ayrılıp geri kalan esir ve ganimetlerin taksim 
edilmesinden sonra Hevâzin'den gelen heyet Hz. Peygambere müslüman 
olduklarını söyleyerek esirlerin ve mallarının iadesini istediler. Hz. Peygamber 
sadece esirleri ashabının rızâsını alıp Hevâzin'e geri vermek isteyince bazı kişiler 
yine mesele çıkardılar. Ancak kazanılacak ilk zaferde kendilerine bunu fazlasıyla 
telâfi edecek ganimet vadedilince muhalefet etmekten vazgeçtiler. 


Hz. Peygamber Huneyn'de ele geçirilen ganimetlerden müellefe-i kulüb'a daha 
fazla pay verdi. Onun bu tasarrufunun, ganimetin beytülmâl hissesi olarak ayrılan 
ve harcama yetkisi Hz. Peygamber'e ait olan beşte birden mi (humus), yoksa 
ganimetin tamamından mı olduğu hususunda âlimler farklı görüşler ileri 
sürmüşlerdir. Ebü Ubeyd, fazlalığın onlara humustan verilmiş olduğunu söyler 
(el-Emvâl, s. 297-298). 


Hz. Peygamber'in ganimetten müellefe-i kulüba fazla pay vermesi üzerine bazı 
müslümanlar sert itirazlarda bulundular. Bu arada ensardan bazı kimseler de Hz. 
Peygamber'in bu tasarrufundan memnun olmadıklarını belirten sözler sarf 
ederek kendi aralarında dedikodu yaptılar. Durumdan rahatsız olan ensardan 
Sa'd b. Ubâde, bu sözleri Hz. Peygamber'e naklederek ganimetten kendilerine hiç 


136 


pay verilmediğini söyledi. Bunun üzerine Resül-i Ekrem ensarı toplayarak 
müellefe-i kulüba ganimetten niçin fazlaca hisse verdiğini kendilerine anlattı; bu 
arada ensarın faziletini dile getirerek kendisinin daima onlarla beraber olacağını 
söyledi, onlara ve çocuklarına dua etti. Yaptıkları dedikodudan dolayı pişman olan 
ensar üzüntülerini ifade edip Hz. Peygamber'den razı olduklarını söylediler. 


Ganimetlerin taksiminden sonra Hz. Peygamber Ci'râne'de ihrama girerek umre 
için Mekke'ye gitti. Daha sonra tekrar Ci'râne'ye gelip buradan Medine'ye hareket 
etti. 


Ci'râne'de bu olayların hâtıralarını yâdetmek üzere inşa edilmiş bir mescid vardır. 


Hil bölgesinde yer alan Ci'râne, Harem bölgesinde bulunan kimselerin umre için 
ihrama girdikleri yerlerden biri olarak da önem taşımaktadır. Harem'de 
bulunanların umre için diğer mikât yerleri ise Hudeybiye ve Ten“im'dir. Şâfiiler'e 
ve Mâliki ile Hanbeli mezheplerinden bazı âlimlere göre bu üç yerin içinde en 
faziletli mikât Ci'râne'dir. Daha sonra sırasıyla Tenim ve Hudeybiye gelir. 
Hanefiler, Hanbeliler'in çoğunluğu ve bazı Şâfiiler'e göre ise Ten'im'den ihrama 
girmek daha faziletlidir. Mâliki âlimlerin ekseriyeti ise Ci'râne ile Hudeybiye 
arasında fazilet bakımından fark bulunmadığı görüşünü benimsemiştir. 


137 


Kâbe Safsatası 


İslam'a göre Kâbe'yi Adem yapmış. İbrahim ve oğlu İsmail de yeniden inşa etmiş. 
Bu bilgiler sadece Kur'an'da ve Kur'an'dan sonra yazılmış olan kitaplarda geçiyor. 
İslam öncesine ait bu bilgileri destekleyen hiçbir kayıt yok! 


İslam zaten İbrahimi dinlerin İsmaili kolundandır. Hristiyanlık ve Musevilik ise 
birbirini tamlayan iki tezat şeriata sahip İsraili kolundandır. Bunların hepsi 
masal, hayal ürünü şeyler. Temel de Sümer mitolojilerinden etkilenmiş, Babil 
sürgününde kütüphanelerde bunu okuyan Yahudiler tarafından uydurulmuştur. 


Kâbe'den ilk olarak M.Ö. 60 senesinde Romalı tarihçi Diodorus bahsediyor. 
Arapların büyük saygı gösterdiği putevi olarak kitaplarında geçiyor. Ondan önce 
hiçbir tarihçi bahsetmemiş. Örneğin Heredot bütün Arabistan'ı gezmiş, Arap 
tanrılarını yazmış ama Kâbe'den hiç bahsetmemiş. Halbuki Kâbe o sıra varolsaydı 
muhakkak yazardı. Bu durumda anlaşılıyor ki Kâbe Heredot ile Diodorus 
arasındaki zamanda yapılmış. Yani M.Ö. 440 ile M.Ö. 60 arasında. 


İbrahim ise M.Ö. 2000'li yıllara yakın yaşamış. Yani bu tarihlerden 1500 yıl önce. 
Ve Tevrat'ta İbrahim'in hakkında yazılan geniş anlatımlarda ne Kâbe'den 
bahseder ne de İbrahim'in Arabistan'a gittiğinden. İslamcılar bunu “Tevrat tahrif 
edilmiş” diyerek geçiştirmeye çalışırlar. Halbuki Muhammed'den 600 sene 
öncesine ait Tevrat bulundu ve bu tarihi Tevrat günümüzdekiyle aynı, hiç 
değişmemiş. Yani, dense ki “İslam'dan dolayı tahrif ettiler” daha İslam ortada 
yokken, Muhammed dünyaya gelmemişken Tevrat'ta bir bahis yok. En basit 
şeyleri bile yazan Tevrat böylesine önemli bir ayrıntıyı atlamazdı. 


Ve bir önemli nokta da Kur'an da dâhil, hiçbir kitapta hac yapan, Kâbe'yi ziyaret 
eden bir peygamberden söz edilmez. Mademki Adem zamanında yapıldı ve 
Allah'ın eviydi burası, neden peygamberler hac yapmamıştır? Sadece 
Muhammed'in bahsetmesi ve Kur'an'da geçmesi, putperestliğin yerine İslam 
yerleştirilirken hac ve Kâbe hakkındaki bilgilerin de İslam'a uygun şekilde 
düzenlendiğini gösteriyor. 


Peki ya kâbe'nin başına gelen olaylara ne demeli?! “Hani biz Kâbe'yi insanlara 
vaktiyle bir sevap mahalli ve emin bir sığınak yapmıştık. Siz de Makam-ı 
İbrahim'den namaz kılacak bir yer edinin.” (Bakara, 2/125) 


Müslümanlar Kâbe'nin Allah tarafından korunduğuna inanırlar. Putperestler de 
öyle inanırdı. İslam'dan önce Tübba ve Fil Olayı Kâbe'nin korunduğuna dair 


138 


uydurulmuş efsanelerdi. Sözde Yemen hükümdarı Tübba, Kâbe'yi yıkmak istemiş, 
bu yüzden felç olmuştu. Tavsiyeleri dinleyip Kâbe'ye saldırmaktan vazgeçince 
iyileşmişti. Fil olayında ise Ebrehe'nin ordusunun ebabil kuşları tarafından 
perişan edildiği anlatılır ki putperestlerin bu efsanesine Kur'an'da Fil suresinde 
bahsedilmiştir. 


Bakara 125 ayetinin de Kâbe'nin eminliğini vurguladığı ve korunmuş bir yer 
olduğunu ifade ettiği tefsir edilir. (Bkz. Elmalılı Tefsiri) Aşağıdaki hadiste de bu 
korunmuşluk vurgulanır: 


Hz. Peygamber'den de rivayet edilmiştir. Buyurmuş ki: “Yani yüce Allah Kâbe'ye 
“el-Atik” adını verdi. Çünkü onu despotların şerrinden korumuştur. Hiçbir zaman 
bir zorba ona galebe edemedi.” (bkz. Tirmizi, Tefsir, Hâcc, 3169) 


Şimdi birlikte bakalım gerçekten öyle mi? Despotlardan, zorbalardan gerçekten 
korunmuş mu?! 


Emeviler zamanında Kâbe 2 kez saldırıya uğradı. İlk saldırı Yezid döneminde 
yapıldı ve Harra olayından-Medine katliamından sonra Mekke kuşatıldı. Şehir 
mancınıklarla dövüldü. Bu saldırılar sırasında Kâbe'nin duvarları yıkıldı. Ahşap 
kısımları ve örtüsü yandı. Kuşatma sırasında Yezid'in ölüm haberi geldiğinden 
Emevi ordusu geri döndü. Böylece Mekke'liler Medine'li Müslümanların akıbetine 
uğramaktan kurtuldular. Abdullah bin Zübeyr, harap olmuş Kâbe'yi temellerine 
kadar yıktırıp yeniden inşa ettirdi. (683) 


Ama Abdülmelik'in halifeliği zamanında Haccac'ın saldırısından kurtulamadılar. 
Kâbe yine mancınıklarla dövüldü ve zarar gördü. Müslümanlar açlıktan günlerce 
sefalet içinde kaldılar. Köpek ölüleri yemek zorunda bırakıldılar. Zalim zorba 
Haccac şehre girdi ve Abdullah bin Zübeyr'in kafasını kestirdi. Kâbe'ye sığınanları 
kılıçtan geçirtti. (692) 


Dolayısıyla Kâbe, ne ayetteki gibi müslümanlar için emin bir yer olabildi ne de 
hadisteki gibi korunabildi. Kâbe'ye saldırılar bununla bitmedi. Karmatiler 
zamanında da Kâbe saldırı yaşadı. 


Mekke yolunun Karmatiler tarafından tehdit edilmesi sebebiyle müslümanlar 925 
yılında haclarını edâ edemediler. 930 yılında Ebu Tahir, Hac zamanı Mekkeyi 
fethetti. Kâbe'yi basıp hacıları kılıçtan geçirdi. Binlerce müslüman öldürüldü. 
Kâbe'nin kapısı kırıldı, örtüsü parçalandı, duvarlarına hasar verildi. HacerülEsved 
taşı sökülüp Hecer'e götürüldü. 10 yıl boyunca Mekke'yi ellerinde tutarak haccı 
engellediler. Yaklaşık yirmi iki sene ellerinde tuttukları Hacerülesved taşını dost 


139 


gördükleri Fatımi halifesi Mansur'un ricası ile iade ettiler! Görüldüğü gibi kutsal 
görülen Hacerülesved bile korunamamıştı. 


20 Kasım 1979'da Kâbe Suudi hanedanı karşıtı 500 silahlı eylemci tarafından 
basıldı. Kâbe'de namaz kılanlar rehin alındı. Eylem 2 hafta sürdü. Sonunda 
Suudiler müşrik/kâfir dedikleri Fransızlardan yardım istemek zorunda kaldılar. 
Fransız timinin müdahalesi sonucu eylem sona erdi ama 250 kişi öldü, yüzlerce 
kişi yaralandı. Daha geçen yıllarda adilat yapımında vinç düştü binlerce kişi öldü, 
acaba ölenler mi sınandı yaşayanlar? Acaba ölenler yeterince Müslüman mı 
değildi, yoksa Al-ilah kendi evini ve inananını mı korumaktan acizdi?! 


Ki, şeytan taşlama safsatası sırasında yaşanan birçok izdihamda binlerce hacının 
ezilerek öldüğünü de ayrıca belirtelim. Belli ki inananın Al-ilah'ı pek de Kâbe'yi 
korumakla uğraşmıyor. Mikail de öyle. Sel baskınları Kâbe'yi de vurabiliyor ve 
yüzme bilen müslümanlar tavafı yüzerek yapmak zorunda kalabiliyor. 


Şimdi gelelim bu hac olayına! Hac denince Kâbe ziyareti akla gelir ama dinlerin 
çoğunda hac ritüeli mevcuttur. İslam'dan önce de birçok dinde hac vardı. Farklı 
isimlerde ifade edilmesine rağmen tüm inançlarda kutsal kişiler, kutsallaştırılmış 
yer ve nesneler vardır. Bu nesneler taşlardan, ağaçlardan, su kaynaklarından, dağ, 
mağara ve nehirlerden tutun da tapınaklara kadar çeşitlilik arz eder. Kişinin dini 
ne olursa olsun, insan tabiatı böyle yerlere ihtiyaç duymuş ve inancına uygun 
kutsallaştırılacak nesne ya da mabet arayışı içinde olmuştur. Sümerler de 
Nippur'daki enlil, Samiler de Ninova'daki iştar, Mısırlıların ziyaret ettiği 
byblos'taki Baaltis tapınağı, Göbeklitepe vs... bilinen en eski hac yerlerindendi. 
Eski Yunanlılar yazgılarını öğrenmek için Apollon kâhinine başvurmak üzere 
Delphi'ye giderlerdi. Ayrıca Asklepios'tan şifa dilemek üzere Epidauros'taki sağlık 
tanrıçasının meşhur tapınağına ziyaret yaparlardı. 


Hindistan toprakları 2000 yıldan beri hac yapılan kutsal topraklar sayılır. Ganj 
Nehri en kutsal mekân olmakla birlikte Hindistan'ın her köşesi kutsal mabet ve 
türbelerle doludur. 


Buda'nın ilk manastırını kurduğu Racgir, Buda'nın iki havarisinin mezarlarının 
bulunduğu Şançi ve Buda'nın 24 yağmur mevsimini geçirdiği yer olarak bilinen 
Şravasti, Budistlerin Hindistan'daki belli hac yerleridir. Budist haccının en önemli 
özelliği kutsal mabut ve mabetlerin çevresinde dönerek tavaf edilmesidir. Tibetli 
Budistler güzergahları üzerindeki tüm kutsal yerleri saat yelkovanı şeklinde tavaf 
ederek hac merkezine doğru yol alırlar. 


140 


Hristiyanların 2. yüzyılda Kudüs'ü hac amacıyla ziyaret ettikleri bilinir. 2. 
Yüzyılda, Havari Petrus'a adanmış anıtlar üzerinde, hac seyahatlerinin yapıldığına 
dair yazılar bulunmaktadır. Azize Helene, İsa'nın doğduğu, çarmıha gerildiği, 
gömüldüğü ve büyük kiliselerin kurulduğu yerleri ziyaret eden ilk hacı olarak 
kabul edilir. Pavlus'un yaptığı yorumlarla hac ibadetine batini anlamlar 
yüklenmiş, bu nedenle Kudüs bir hac merkezi olmaktan çıkarılmıştır. Daha 
sonraki dönemlerde İsa'nın yaşadığı yerleri görme arzusu hac ziyaretini tekrar 
canlandırmıştır. Kudüs'ten başka birtakım kiliseleri ve kutsal yerlerin ziyaret 
edilmesini de hac saymıştır. Ortaçağ'da bazı Hıristiyan azizlerinin gömülü 
bulunduğu kilise ve manastırlar bunlar arasındadır. Örneğin Fransa'da Lourdes 
ve Chartres kentlerindeki kutsal yerleri her yıl milyonlarca hacı ziyaret eder. 
Türkiye'de Efes yakınındaki Meryemana Evi de Hıristiyanlar için önemli bir hac 
yeridir. 


Sukkot, Fısıh ve Şavuot bayramları Yahudilikte aynı zamanda hac zamanıdır. Dini 
kurallara göre Yahudiler her sene bu bayramlarda Kudüs'e hacca gitmek 
zorundadırlar. Süleyman Mabedi yıkıldığı için günümüzde Kudüsteki Ağlama 
Duvarı hac ibadet yeri olarak kabul edilmekte ama zorunlu kılınmamaktadır. 
Yahudilerde haccın İbrahim'e kadar uzandığına inanılır. Eski Ahid'de zikredilen 
yerler Yahudilerce hac mekânı olarak kabul edilir. 


Kâbe'nin çevresinde binlerce çırılçıplak insan bir yandan dönüp tavaf ediyor, bir 
yandan da hep bir ağızdan şunları haykırıyorlardı: “Lebbeyk allahümme lebbeyk... 
.. La şerike leke illa şerikun huve lek. Temlikuhu ve ma-melek” Buyruğundayım! 
Ulu Tanrım buyruğundayım! Buyruğun başım üstüne! Ortağın yoktur senin! 
Yalnızca tek ortağın var! O da senin! Nesi varsa hepsi senindir Tanrım! Her 
kabilenin kendisine özgü telbiyesi vardı. Uzza'ya tapanların telbiyesi şöyleydi: 


“Lebbeyk allahümme lebbeyk. Lebbeyk ve sa'deyk. Ma ehabbena ileyk” 


Ünlü Arap soybilimci İbu’l-Kelbi Kitabu’l- Esnam adlı kitabında Hac sırasında, 
Arafat ve Muzdelife'de ataları olan Nizamoğulları'nın böyle seslendiklerini 
yazıyor. 


Çıplak tavaf amacı, her şeyden arınmış, her şeyi geride bırakmış, El-İlah'ın 
karşısında eşit şekilde çıkmış olmaktı. Özellikle Mekke dışı kabilelerden gelenlerin 
tümü çıplak tavaf ediyorlardı. Giysi ile tavafı Tanrı karşısında makbul 
saymıyorlardı. Giysileriyle dönmek isteyenler ise tavaf sonrasında elbisesini 
atmak ve bir daha giymemek zorundaydı inanışa göre. O dönem insanların çoğu 
fakir olduğu için elbiseyle dönmek ancak az sayıdaki zengine mahsus idi. 


141 


Kâbe'nin içinde her kabileye ait bir put vardı. 360 civarındaki putların en büyüğü 
Hübel'di. El-ilah Ay tanrısıydı ve Güneş tanrıçasıyla evliydi. Kızları ise Lat, Uzza 
ve Menat idi. El-İlah, ellah olarak telaffuz edilirdi. Zamanla “Allah” denilmeye 
başladı. İslam'dan önce de Kureyşlilerin en büyük tanrısı ve her şeyin yaratıcısı 
“Allah” idi. Buna Arap şiirlerinde ve isimlerinde de sıkça rastlanır. Örneğin 
Muhammed'in babasının adı Allah'ın kulu anlamında “Abdullah” idi. 


İslam öncesi Arap şairlerinden Adiyy İbn Zeyd'l İbadi divanındaki bir şiirinin ilk 
dizesinde şöyle der: 


RAHİMELLAHÜ MEN BEKA LİL HATAYA KÜLLÜ BAKİN FE ZENBUHU 
MAĞFURUN 


Allah, günahları için ağlayana merhamet eder. Günahları için ağlayanların 
günahlarını bağışlar. 


İslam öncesi şairlerinden Ümeyye İbn Ebi's Salt'ın iki dizesi ise “ALLAHÜMME” 
ile başlıyor: 


Ulu tanrım, sen istersen herkesi bağışlarsın. Sana muhtaç olmayan noksansız kul 
var mı? 


Çıplak hacılar, hacerül Esved taşı adını verdikleri ve gökten indiğine inandıkları 
kara taşın önünden geçerken onu öper ve yüz sürerlerdi. Bu taşın daha önceki 
dönemlerden kalma çok tanrıcılık inancındaki Afrodit heykelinin kafası olduğu 
konusunda görüşler ağırlıktadır. Ancak Kureyşliler bu taşı soylarının oluşumunun 
simgesi ve üreme organı olarak görmekteydiler. Soylarının İbrahim'in cariyesi ve 
İsmail'in annesi Hacer'e dayandığına inandıklarından bu taşa da Hacerül esved 
adını vermişlerdi. 


Taşın kara olması yıllarca el sürülmesinden dolayı ya da içeriğindeki madenler 
nedeniyle oksitlenme olarak açıklanır. 


7 kez yapılan Tavaftan sonra yine çıplak olarak Safa ve Merve tepeleri arasında 7 
kez gidip gelinirdi. Bu 7 sayısı putperestlerce kutsaldı. 7 sayısının kutsallığına 
Sümer-Babil uygarlıklarında da rastlanır. Bu iki tepede İsaf ve Naile adlarında iki 
heykel vardı. Bunların zamanında birbirine âşık iki gençken Kâbe'de sevişecek 
kadar çılgınca bir harekete yeltendiklerinden El-ilah tarafından taşa 
dönüştürüldüklerine inanılırdı. 


İslam'da ise Say'a, İbrahim'in Hacer'i ve oğlunu bu ıssız yere terk etmesinden 
sonra Hacer'in bir o tepeye, bir öbür tepeye çaresizce koşup çevreye bakarak 


142 


yiyecek, su ya da bir yardım araması olarak inanılır. Bu tepeler arasında 7 kez 
gidip geldikten sonra güya Cebrail ortaya çıkar ve ayağı ile yere vurarak zemzem 
suyunu çıkartır. 


Bakara 158: Şüphesiz, ‘Safa’ ile “Merve” Allah'ın işaretlerindendir. Böylece kim Evi 
(Ka'be'yi) hacceder veya umre yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi 
için bir sakınca yoktur. 


Belli ki putperestlerin haccı İslam'a sokulurken İsaf ve Naile'nin hikâyesi de 
Hacer'e uyarlanmış ve böylece Arapların vazgeçemedikleri bir başka ritüel de 
İslamlaştırılmıştır. Ebu Bekr İbnu Abdirrahman der ki: “Ben bu ayetin, (yukarıda 
zikredilen) her iki grup hakkında da inmiş olduğunu görüyorum. Yani, hem 
cahiliye devrinde Safa ve Merve'yi tavaftan çekinenler hakkında inmiştir hem de 
öncekileri tavaf ettikleri halde, İslam'dan sonra -Allah'ın Kâbe'yi tavaf etmeyi 
emretmiş olmasına rağmen Safa ve Merve'yi zikretmemiş olması sebebiyle- 
bunları tavaftan çekinenler hakkında inmiştir. Safa ve Merve'nin de (Kur'an'da) 
zikri Kâbe'yi tavaf emrinden sonra gelmiştir. Buhari, Hacc 79, Umre 10, Tefsir, 
Bakara 21; Muslim, Hac 260-263 (1277); Ebu Davud, Menasik 56, (3901); Tirmizi, 
Tefsir, Bakara (2969); Nesai, Menasik 168, (5, 238-239); Muvatta, Hacc 129, (1, 
373) 


Çıplak tavafı hoş karşılamayanlar, eşlerine izin vermeyenler ya da eşlerine gece 
çıplak tavaf yaptıranlar da vardı. Kureyş'de gelişen inançlardan Hanifler bu 
gruptandı. Muhammed de çıplak tavafa karşıydı ve Mekke'nin fethiyle birlikte 
çıplak tavafı yasakladı. Ayrıca Kâbe çevresine putperestlerin yaklaştırılmamasını 
emretti. 


Çıplak tavaf ile ilgili olduğu düşünülen Buhari ve Müslim gibi sağlam hadisçilerin 
hadisleri arasında yer alan şu hadis ilginçtir: 


“Peygamberin izniyle ihramdan çıkıp Mina'da bulunan kadınlarımıza yöneldik. 
Zekerlerimizden meni damlıyordu.” 


Çıplak hac yasaklanmış olsa da çıplaklığın önemi tamamen terk edilmemişti. 
Sıradan giysiler yerine sadece iki parçadan oluşan “İhram” denilen giysi de 
çıplaklığı temsil ediyordu. İslam'da Hac, ahiretteki mahşer'in bir provası ve tasviri 
olarak görülür. İnsanlar mahşerde de üzerlerinde bir giysi olmaksızın 
toplanacaklardır. 


143 


Üzerlerinde ihram olsa da tavafın ve Ss'ay'ın çoşkusuna kendilerini öylesine 
kaptırırlardı ki ihramları da açılır saçılır, yine her şeyleri görünürdü. Hadislerden 
birinde peygamberin çıplaklığı da şöyle ifade edilir: 


“Kureyş'ten kadınlarla birlikte Ebü Hüseyin'in ailesinin evine girdik. Rasülullah 
(s.a.s), Safa ile Merve arasında sa'y ediyordu. Biz de ona bakıyorduk. Sa'y'ın 
şiddetinden elbisesi beline dolanmıştı ve hatta ben dizlerini gördüğümü bile 
söyleyebilirim. O, sa'y yaparken şöyle diyordu: “Sa'y ediniz. Zira Allah onu sizin 
üzerinize yazmıştır (farz kılmıştır) “. Buna göre, Sa'y, hac ve umrede Beytullah'ı 
tavaf etmek gibi haccın rükünlerindendir. (İbn Kudame, a.g.e., aynı yer, Seyyid 
Sabık, Fıkhu's-Sünne, Terc. Tayyar Tekin, İstanbul 1987, II, 143) 


Muhammed, putperestliği yıkıp kendi kurguladığı dinini egemen kılınca hac 
adetlerinin çıplak tavaf haricindeki tümünü aynen uygulamıştır, düşünsenize 
muhammed'in kadınları ve hizmetin de olan seçme cariyeleri Kâbe etrafında 
çıplak tavaf ediyor. 


Putperestlerin telbiyesi ise şöyle değiştirilimiştir: 


“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk, lebbeyke la serike leke lebbeyk, innelhamde ve'n 
nimete leke ve'l-mülk, la serike lek.” 


Hac'da Şeytan taşlama da putperestlerden kalma bir ritueldir. 


Kusay zamanına kadar, müşriklerden Hacca gelenler, Mina'da Şeytan taşlarlardı. 
Fakat, ilk taşı Sufe kabilesinden birisinin atması gelenekti. Hacılar ancak onunla 
birlikte şeytana taş atarlardı. Kusay taraftarları, Sufelilerle savaşarak onların 
elinden bu görevi de aldılar. (Taberi, IV, 5.33) 


Ancak şeytan taşlamanın kaynağı putperestlerden önce Sümer-Akad kültlerinde 
görülür. O dönemden kalma bir ilahide Sümer tanrılarından Enki'nin taşlanması 
dile getirilir. 


Şeytan taşlanan yer Mina'dır. Burada büyük şeytan, orta şeytan ve küçük şeytan 
taşlanır. Bunlara Akabe Cemresi, Küçük Cemre ve Orta Cemre denir. İslam'a göre 
bu şeytanları taşlamak vaciptir. Her birine 7'şer taş atılır. Ayrıca da şunu 
belirteyim ki, bunu Şeytan'ın ateşten yaratıldığını iddia ederken yapmaları da çok 
ilginç değil mi? 


Şeytan taşlamanın İbrahim'den kaldığına inanılır. Bu hususta İbni Abbas'ın 
rivayeti de şöyledir: 


144 


“Hz. İbrahim hac ibadetini yapmaya geldiği zaman, Akabe Cemresi yanında 
şeytan ona göründü. Bunun üzerine onu yedi adet taşla taşladı, şeytan yere battı. 
Sonra Orta Cemre yanında şeytan ona tekrar göründü. Yedi taş da orada attı. 
Böylece şeytan tekrar yere battı. Bir müddet sonra Küçük Cemrenin yanında yine 
karşısına dikildi. Burada da yedi taş daha atınca artık şeytan iyice yere yığılıp 
kaldı.” 


Müslümanların şeytan taşlamasının sebebi de İbrahim'in yolundan gitmek ve 
onun hatırasını yadetmek olarak nitelenir. 


Her Hac'da şeytana milyonlarca taş atılır ama şeytanın burnu dahi kanamaz. 
Fakat bugüne kadar şeytanları taşlayacağım diye birbirini ezmekten binlerce 
aklını kullanamayan müslüman ölmüştür. Hatta sinirlenip hızını alamayan 
ahmakların terlik, telefon (eski model), madeni para ve buna benzer maddeler de 
attığı gözlenmiştir. 


İslam'ın yeni hac düzenlemesinde değiştirilen bir başka âdet ise tavaf sırasında 
alkışların ve ıslıkların kaldırılmasıydı. 


Araplar, İslam öncesi haclarında el çırpıyorlar, bağırıyorlardı. Kur'an bu hacca 
müşrik haccı diyor. “Enfal Suresi”nin 34-35. ayetleri bu konu ile ilgili tarihi bir 
belgedir. Bu ayetlerde eski hac eleştirilirken bu işin el çırparak ıslık çalarak 
yapıldığı açıklanıyor. 


Enfal-35. Kâbe'deki tapınmaları sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey 
değildir. İnkârınıza karşılık artık azabı tadın. 


Yine Putperest Araplar Kâbe çevresinde kurban keserler, bu kurbanın kanını da 
Kâbe'nin duvarına sürerlerdi. Bundan amaçları ilahların hoşuna gitmek ve hayır 
kazanmaktı. Kur'an, bu âdeti de yasakladı. Kurbana yeni bir yorum getiren Hac 
Suresi”nin 37. ayetinde şöyle der: 


Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan 
ancak sizin O'nun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadettir. Size doğru 
yolu gösterdiğinden, Allah'ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza 
vermiştir. İyilik yapanlara müjde et. 


Bu kurban kanını sürmek geleneği günümüzde de görülüyor. Özellikle otomobil 
alanların tekerleklere kurban kanını sürmesi, kurban kanının alına sürülmesi vs... 
gibi akıl dışı uygulamalar hep putçuluk döneminden kalan âdetlerdir. 


145 


Kurban bayramı günlerinde getirilen tekbirler «teşrik tekbirleri” diye 
isimlendirilmiştir. “Teşrik” İslam öncesi dönemde kesilen kurban etlerinin kızgın 
kayalara serilmek suretiyle güneşte kurutulmasına denilmektedir. Böylece hacılar, 
hacda kesilen kurban etlerini güneş ve taşlar üzerinde kurutarak sonraları yemek 
üzere kendileri için saklamışlardır. Yıllarca dünyada birçok ülkede açlık çekilirken 
Hac'da kesilen kurban etleri telef oluyordu. Son yıllarda yoksul ve ihtiyaç sahibi 
ülkelere kurban etlerinin bir kısmı sevk edilmeye başladı. Buna rağmen sevk 
edilemeyen tonlarca et ziyan olmaya devam ediyor, hatta bununla ilgili 
YouTube'ta birçok videoya rastlayabilirsiniz. 


Hac'da saçların traş edilmesi de putperest dönemin âdetlerindendir. Bu âdetle 
hem kirlilikten kurtulunduğuna, hem de kesilen her saç telinin kurtulunan günah 
olduğuna inanılır. 


Ya Fil Vakası Masalına ne demeli?! Kâbe'nin kutsallaştırılması ve haccın farz 
kılınmasının sebeplerinin başında ticaret gelir. Putperest dönemde de Mekke hac 
sayesinde bir ticaret merkeziydi. Hac aylarında panayırlar kurulur, çevre 
yerleşimlerden gelenlerin alışverişi ile Kureyşliler ticari kazanç sağlarlardı. Bu 
nedenle de hac aylarını haram ay olarak sayarak bu aylarda savaşmayı 
yasakladılar. Böylece Mekke tüccarlar ve kervan sahipleri açısından güvenli bir 
yer oldu. Bu güven konusu Fil vakasının efsaneleştirilmesiyle ilahi özelliğe 
dönüştü ve Kâbe'nin Allah tarafından korunduğu inancı doğdu. 


Ancak tarih, birçok kez Kâbe'nin çeşitli afet ve saldırılara maruz kaldığını gösterir 
ve bu inancı çürütür. 


İbn Zübeyr 683'de Halife Yezit'e başkaldırınca Emevi ordusu onun bulunduğu 
Mekke'yi kuşattı. Şamlılar, Kâbe'yi yıkmak için mancınıklar diktiler, hatta ateşe 
verdiler. Kâbe'nin duvarları yandı. Vakıdi şöyle demiştir: “Şamlılar” mancınıkla 
Kâbe'ye taş atarken şöyle diyorlardı: 


“Ağzı köpük saçan deve gibi atıyor. Onunla Mescid'in direklerini vuruyoruz.” (İbn 
Kesir, c. 8, s. 367) 


Bu sırada Yezid ölünce Şam ordusu çekildi. Zübeyroğlu Abdullah kendisini 
Mekke’de halife ilan etti. 


Abdullah, Kâbe'yi yıktı. Çünkü, mananıklarla atılan taşlar yüzünden Kâbe'nin 
duvarları yıkılmak üzereydi. Hacerülesved, ipek şala sarılıp bir tabutta saklandı. 
Kâbe'deki esanslar, ziynet eşyaları ve kumaşlar da bir mahzende saklandı. İbn 
Zübeyr, daha sonra Kâbe'yi yeniden yaptırdı. 


146 
İbn Zübeyr 692'de öldürüldü. 


Yusufoğlu Zalim Haccac, Zübeyr'i yenip Mekke'yi ele geçirince, o da Kâbe'yi büyük 
oranda yıktı. Haccac, Kâbe'nin kuzeyduvarını yıktı. Hacerülesved'i çıkarttı. 
Kâbe'nin yıktığı duvarının taşlarını Kâbe'nin tabanına döşedi, kapıyı yükseltti. 
Batı kapısını da örttü. Kâbe'nin bu hali devam edip gelmiştir. (İbn Kesir, c. 8, s. 
404). 


929 yılında Abbasi yönetimine isyan eden Karmati mezhebinin lideri Ebu Tahir 
Mekke'yi ele geçirdi. Hac mevsiminde, tavaf eden Hacıları, Kâbe'nin kapısına 
oturup kılıçla kesti. Karmati Lideri, “Ben Allah'ım, Allah'layım, yaratanda yok 
eden de benim!” diyordu. Hacılar kaçıp Kâbe'nin örtüsüne yapışıyor ama o O 
halde öldürülüyorlardı. 


Ebu Tahir öldürdüğü hacıları Zemzem kuyusuna doldurttu. Zemzem kuyusunun 
üstündeki kubbeyi yıktıran Ebu Tahir Kâbe'nin örtüsünü parçalatıp askerlere 
dağıttı. Kâbe'nin kapısını söktürdü. 


Ebu Tahir, bununla yetinmedi. Hacerülesved'in sökülmesini emretti ve bunu 
balyozla söktürtüp yanı sıra götürdü. Hacerülesved, 22 sene dışarıda kaldı.(İbn 
Kesir, c. 11,5. 282) 


Bir başka saldırıyı da İbni Kesir şöyle ifade eder: Hacerülesved, 1022 yılında da 
saldırıya uğradı. Mısırlı birisi hacılarla gelip Kâbe'yi tavaf etti ve Hacerülesved'i 
öpeceği sırada elindeki gürzle o mübarek taşa tam üç kez vurdu. Adam, “Ne 
zamana kadar şu taşa ibadet edeceğiz. Ne Muhammet ne de Ali beni yapacağım 
işten alıkoyamayacaktır. Bugün şu Beyt'i (evi) yıkacağım” dedi. Bunun üzerine 
Yemenli birisi onu öldürdü, adamları da öldürüldüler. (İbn Kesir, c. 12, s. 84) 


20 kasim 1979 tarihinde ise, önde gelen suudi ailelerden birinin uyesi olan radikal 
Sünni Cüheyman önderligindeki 500 kadar Suud Hanedanı karşıtı eylemci 
Kâbe'yi ele geçirdi ve yüzlerce hacıyı rehin aldı. Fetva çıkarılıp Fransız anti-terör 
timine görev verildi. Mekke'ye müslüman olmayan insanların girememesine 
rağmen Fransız timi Kâbe'yi kuşattı. Kuşatma yaklaşık > hafta sürdü. Olaylar 
sonunda, Kâbe'nin denetimi Suudi hanedanına geçtiğinde, çoğu Suudi asker 
olmak üzere 250 kişi ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Teslim olan 67 isyancı 
kafaları kesilmek suretiyle idam edildi. 


Kâbe bu saldırıların dışında defalarca sel baskını ve deprem nedeniyle zarar 
gördü. 


147 


“Ey Hatice, vallahi ben Lat ve Uzza'ya tapmam. Vallahi ben onlara asla tapmam!” 
Bir komşusu, Muhammed hazretlerinin Hatice'ye böyle seslenerek yanıt verdiğini 
söylüyor. Putperestliğin Muhammed hazretleri üzerinde etkili olduğu ve bu 
etkilerden tamamen kurtulamadığı söylenebilir. Mekke'nin fethinden sonra Kâbe 
putlardan temizlenmiş, sıra çevre bölgelerdeki büyük putlara gelmişti. Halid Bin 
Velidi Uzza putunu kırmaya göndermiş, döndüğünde merakla ne olduğunu 
sormuştu. Uzza'nın yıkıldığına inanamamış ve Halid'i tekrar geri döndürmüştü. 
Muhammed hazretlerinin gözünde Kâbe'deki kabile putlarının öneminin olmadığı 
anlaşılıyor ama Lat, Uzza ve Menat konusunda dikkatli ve tedirgin. Şeytan ayetleri 
iddiası da bu hassasiyetini gösteriyor. Eğer bu konuda büyük tepki almasaydı, 
bugün İslam'da en büyük melekler Lat, Uzza ve Menat olurdu herhalde. 
Putperestlikle tek Tanrıcılık arasında yaşanan çelişkiler neticede karma bir dini 
ortaya çıkarmıştır. Dönemin Hanifleri de bunu görüyor ve şiddetle karşı 
çıkıyorlardı. Bir kıble edinilmesi, en büyük put merkezi olan Kâbe'ye sahip 
çıkılması, tüm putperest dönem âdetlerinin aynen sürdürülmesi bunun 
göstergesidir. Tek tanrıcılık saf anlamda İslam'a yerleşememiş, putperest 
zihniyeti sürmeye devam etmiştir. Bu da beraberinde yeni putlar edinilmesine 
sebep olmuştur. Muhammed'in yüceltilmesi ve “kâinatın efendisi” haline 
getirilmesi bunun sonucudur. Yaratılan ilk ruh olduğu, o yaratılmamış olsa 
hiçbirşeyin oyaratılmayacağı, ondan şefaat istenmesi vs. Lat-Uzza-Menat 
putperestliğinden farksız bir durumdur. Tek fark resim ve heykelin İslam'da 
yasak oluşudur. Eğer bu yasak olmasa, büyük olasılıkla Muhammed'i yüceltmede 
İsa sollanırdı.. Müslümanlar için Arabistan'ı kutsal yapan Mekke, Mekke'yi kutsal 
yapan Kâbe, Kâbe'yi kutsal yapan ise Hacerül Esved denilen kara taştır. Tarih 
öncesinden itibaren Pagan Arapların kutsal sayıp çevresinde döndükleri, el-yüz 
sürüp öptükleri bu taş, sözde tek tanrıcıların namazlarının kıblesi olmuştur. 
İslamiyetin başlangıcından itibaren müslümanlar içinden bu kara taşa muhalefet 
oluşmuş ve bu pagan fetişine son verilmesi talepleri günümüze kadar sürmüştür. 


İlk kadın mutasavvıf Basralı Rabia (6. 801), Kâbe'yi ziyaret ettiği zaman bağırarak 
şu sözleri söylediği anlatılır: 


“Sadece taştan ve tuğladan yapılmış bir ev görüyorum; bunların bana ne yararı 
var!” 


Wasit kentinde Mazda (Zerdüşt), Kudüs'te ise Hristiyan toplulukları arasında 
yaşamış ve Karmatilerle ilişkisi olan Hallac-ı Mansur (6. 920), “Kâbe'nin yıkılması 
ve Hac tapınmasını müslümanların kendi evlerinde yapması gerektiğini” 
öğretiyordu. 


148 


Sufilerden Şibli 10.yüzyılda eline alev alev yanan bir odun almış sokaklarda 
koşuyor, bir yandan da “Kâbe'yi yakmaya gidiyorum!” diye bağırıyormuş. Neden 
yakmak istediğini sorduklarında: “Böylece Müslümanlar Kâbe'nin yeri ile değil, 
sahibi Tanrı ile daha fazla ilgilenirler” diye yanıt vermiş. (Timoty Freke, The 
Wisdom of the Sufi Sages, Goldsfield Press Ltd., Hong Kong, 1999, s.9) 


Yunus der ki ey hoca Gerekse var bin Hacca Hepisinden iyice Bir gönüle girmektir 
Hac denince Kâbe ziyareti akla gelir ama dinlerin çoğunda hac ritüeli mevcuttur. 
İslam'dan önce de birçok dinde hac vardı.Farklı isimlerde ifade edilmesine 
rağmen tüm inançlarda kutsal kişiler, kutsallaştırılmış yer ve nesneler vardır. Bu 
nesneler taşlardan, ağaçlardan, su kaynaklarından, dağ, mağara ve nehirlerden 
tutun da tapınaklara kadar çeşitlilik arz eder. Kişinin dini ne olursa olsun, insan 
tabiatı böyle yerlere ihtiyaç duymuş ve inancına uygun kutsallaştırılacak nesne ya 
da mabet arayışı içinde olmuştur. Sümerlerde Nippur'daki Enlil, Samilerde 
Ninova'daki İştar, Mısırlıların ziyaret ettiği Byblos'taki Baaltis tapınağı bilinen en 
eski hac yerlerindendi. Eski Yunanlılar yazgılarını öğrenmek için Apollon 
kâhinine başvurmak üzere Delphi'ye giderlerdi. Ayrıca Asklepios'tan şifa dilemek 
üzere Epidauros'taki sağlık tanrıçasının meşhur tapınağına ziyaret yaparlardı. 


Hindistan toprakları 2000 yıldan beri hac yapılan kutsal topraklar sayılır. Ganj 
Nehri en kutsal mekân olmakla birlikte Hindistan'ın her köşesi kutsal mabet ve 
türbelerle doludur. 


Buda'nın ilk manastırını kurduğu Racgir, Buda'nın iki havarisinin mezarlarının 
bulunduğu Şançi ve Buda'nın 24 yağmur mevsimini geçirdiği yer olarak bilinen 
Şravasti, Budistlerin Hindistan'daki belli hac yerleridir. Budist haccının en önemli 
özelliği kutsal mabut ve mabetlerin çevresinde dönerek tavaf edilmesidir. Tibetli 
Budistler güzergâhları üzerindeki tüm kutsal yerleri saat yelkovanı şeklinde tavaf 
ederek hac merkezine doğru yol alırlar. 


Hristiyanların 2. yüzyılda Kudüs'ü hac amacıyla ziyaret ettikleri bilinir. 2. 
Yüzyılda, Havari Petrus'a adanmış anıtlar üzerinde, hac seyahatlerinin yapıldığına 
dair yazılar bulunmaktadır. Azize helene, İsa'nın doğduğu, çarmıha gerildiği, 
gömüldüğü ve büyük kiliselerin kurulduğu yerleri ziyaret eden ilk hacı olarak 
kabul edilir. Pavlus'un yaptığı yorumlarla hac ibadetine batini anlamlar 
yüklenmiş, bu nedenle Kudüs bir hac merkezi olmaktan çıkarılmıştır. Daha 
sonraki dönemlerde Hz. İsa'nın yaşadığı yerleri görme arzusu hac ziyaretini 
tekrar canlandırmıştır. Kudüs'ten başka birtakım kiliseleri ve kutsal yerlerin 
ziyaret edilmesini de hac saymıştır. Ortaçağ'da bazı Hıristiyan azizlerinin gömülü 
bulunduğu kilise ve manastırlar bunlar arasındadır. Örneğin Fransa'da Lourdes 


149 


ve Chartres kentlerindeki kutsal yerleri her yıl milyonlarca hacı ziyaret eder. 
Türkiye'de Efes yakınındaki Meryemana Evi de Hıristiyanlar için önemli bir hac 
yeridir. 


Sukkot, Fısıh ve Şavuot bayramları Yahudilikte aynı zamanda hac zamanıdır. Dini 
kurallara göre Yahudiler her sene bu bayramlarda Kudüs'e hacca gitmek 
zorundadırlar. Süleyman Mabedi yıkıldığı için günümüzde Kudüsteki Ağlama 
Duvarı hac ibadet yeri olarak kabul edilmekte ama zorunlu kılınmamaktadır. 
Yahudilerde haccın İbrahim'e kadar uzandığına inanılır. Eski Ahid'de zikredilen 
yerler Yahudilerce hac mekânı olarak kabul edilir. 


Kâbe'nin çevresinde binlerce çırılçıplak insan bir yandan dönüp tavaf ediyor, bir 
yandan da hep bir ağızdan şunları haykırıyorlardı:” Lebbeyk allahümme lebbeyk. 
La şerike leke illa şerikun huve lek. Temlikuhu ve ma-melek”Buyruğundayım! Ulu 
Tanrım buyruğundayım! Buyruğun başım üstüne! Ortağın yoktur senin! Yalnızca 
tek ortağın var! O da senin! Nesi varsa hepsi senindir Tanrım! Her kabilenin 
kendisine özgü telbiyesi vardı. Uzza `ya tapanların telbiyesi şöyleydi: 


“Lebbeyk allahümme lebbeyk. Lebbeyk ve sa'deyk. Ma ehabbena ileyk” 


Ünlü Arap soybilimci İbwl-Kelbi Kitabu’l- Esnam adlı kitabında Hac sırasında, 
Arafat ve Muzdelife'de ataları olan Nizamoğulları'nın böyle seslendiklerini 
yazıyor. 


Çıplak tavaf amacı, her şeyden arınmış, her şeyi geride bırakmış, El-İlah'ın 
karşısında eşit şekilde çıkmış olmaktı. Özellikle Mekke dışı kabilelerden gelenlerin 
tümü çıplak tavaf ediyorlardı. Giysi ile tavafı Tanrı karşısında makbul 
saymıyorlardı. Giysileriyle dönmek isteyenler ise tavaf sonrasında elbisesini 
atmak ve bir daha giymemek zorundaydı inanışa göre. O dönem insanların çoğu 
fakir olduğu için elbiseyle dönmek ancak az sayıdaki zengine mahsus idi. 


Kâbe'nin içinde her kabileye ait bir put vardı. 360 civarındaki putların en büyüğü 
Hübel'di. El-ilah Ay tanrısıydı ve Güneş tanrıçasıyla evliydi. Kızları ise Lat, Uzza 
ve Menat idi. El-İlah, ellah olarak telaffuz edilirdi. Zamanla “Allah” denilmeye 
başladı. İslam'dan önce de Kureyşlilerin en büyük tanrısı ve her şeyin yaratıcısı 
“Allah” idi. Buna Arap şiirlerinde ve isimlerinde de sıkça rastlanır. Örneğin 
Muhammed'in babasının adı Allah'ın kulu anlamında “Abdullah” idi. 


İslam öncesi Arap şairlerinden Adiyy İbn Zeyd'l İbadi divanındaki bir şiirinin ilk 
dizesinde şöyle der: 


150 


RAHİMELLAHÜ MEN BEKA LİL HATAYA KÜLLÜ BAKİN FE ZENBUHU 
MAĞFURUN 


Allah, günahları için ağlayana merhamet eder. Günahları için ağlayanların 
günahlarını bağışlar. 


İslam öncesi şairlerinden Ümeyye İbn Ebi's Salt'ın iki dizesi ise “ALLAHÜMME” 
ile başlıyor: 


Ulu tanrım, sen istersen herkesi bağışlarsın Sana muhtaç olmayan noksansız kul 
var mı? 


Çıplak hacılar, hacerül Esved taşı adını verdikleri ve gökten indiğine inandıkları 
kara taşın önünden geçerken onu öper ve yüz sürerlerdi. Bu taşın daha önceki 
dönemlerden kalma çok tanrıcılık inancındaki Afrodit heykelinin kafası olduğu 
konusunda görüşler ağırlıktadır. Ancak Kureyşliler bu taşı soylarının oluşumunun 
simgesi ve üreme organı olarak görmekteydiler. Soylarının İbrahim'in cariyesi ve 
İsmail'in annesi Hacer'e dayandığına inandıklarından bu taşa da Hacerül esved 
adını vermişlerdi. 


Taşın kara olması yıllarca el sürülmesinden dolayı ya da içeriğindeki madenler 
nedeniyle oksitlenme olarak açıklanır. 


7 kez yapılan Tavaftan sonra yine çıplak olarak Safa ve Merve tepeleri arasında 7 
kez gidip gelinirdi. Bu 7 sayısı putperestlerce kutsaldı. 7 sayısının kutsallığına 
Sümer-Babil uygarlıklarında da rastlanır. Bu iki tepede İsaf ve Naile adlarında iki 
heykel vardı. Bunların zamanında birbirine aşık iki gençken Kâbe'de sevişecek 
kadar çılgınca bir harekete yeltendiklerinden El-ilah tarafından taşa 
dönüştürüldüklerine inanılırdı. 


İslam'da ise Say'a, İbrahim'in Hacer'i ve oğlunu bu ıssız yere terk etmesinden 
sonra Hacer'in bir o tepeye, bir öbür tepeye çaresizce koşup çevreye bakarak 
yiyecek, su ya da bir yardım araması olarak inanılır. Bu tepeler arasında 7 kez 
gidip geldikten sonra güya Cebrail ortaya çıkar ve ayağı ile yere vurarak zemzem 
suyunu çıkartır. 


Bakara 158: Şüphesiz, ‘Safa’ ile “Merve” Allah'ın işaretlerindendir. Böylece kim Evi 
(Ka'be'yi) hacceder veya umre yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi 
için bir sakınca yoktur. 


Belli ki putperestlerin haccı İslam'a sokulurken İsaf ve Naile'nin hikâyesi de 
Hacer'e uyarlanmış ve böylece Arapların vazgeçemedikleri bir başka ritüel de 


151 


İslamlaştırılmıştır.” Ebu Bekr İbnu Abdirrahman der ki: “Ben bu ayetin, (yukarıda 
zikredilen) her iki grup hakkında da inmiş olduğunu görüyorum. Yani, hem 
“cahiliye” devrinde Safa ve Merve'yi tavaftan çekinenler hakkında “inmiş”tir, hem 
de öncekileri tavaf ettikleri halde, İslam'dan sonra -Allah'ın Kâbe'yi tavaf etmeyi 
emretmiş olmasına rağmen Safa ve Merve'yi zikretmemiş olması sebebiyle- 
bunları tavaftan çekinenler hakkında inmiştir. Safa ve Merve'nin de (Kur'an'da) 
zikri Kâbe'yi tavaf emrinden sonra gelmiştir. Buhari, Hacc 79, Umre 10, Tefsir, 
Bakara 21; Muslim, Hac 260-263 (1277); Ebu Davud, Menasik 56, (3901); Tirmizi, 
Tefsir, Bakara (2969); Nesai, Menasik 168, (5, 238-239); Muvatta, Hacc 129, (1, 


373).” 


Çıplak tavafı hoş karşılamayanlar, eşlerine izin vermeyenler ya da eşlerine gece 
çıplak tavaf yaptıranlar da vardı. Kureyş'de gelişen inançlardan Hanifler bu 
gruptandı. Muhammed de çıplak tavafa karşıydı ve Mekke'nin fethiyle birlikte 
çıplak tavafı yasakladı. Ayrıca Kâbe çevresine putperestlerin yaklaştırılmamasını 
emretti. 


Çıplak tavaf ile ilgili olduğu düşünülen Buhari ve Müslim gibi sağlam hadisçilerin 
hadisleri arasında yer alan şu hadis ilginçtir: 


“Peygamberin izniyle ihramdan çıkıp Mina'da bulunan kadınlarımıza yöneldik. 
Zekerlerimizden meni damlıyordu.” 


Çıplak hac yasaklanmış olsa da çıplaklığın önemi tamamen terk edilmemişti. 
Sıradan giysiler yerine sadece iki parçadan oluşan “İhram” denilen giysi de 
çıplaklığı temsil ediyordu. İslam'da Hac, ahiretteki mahşer'in bir provası ve tasviri 
olarak görülür. İnsanlar mahşerde de üzerlerinde bir giysi olmaksızın 
toplanacaklardır. 


Üzerlerinde ihram olsa da tavafın ve Ss'ay'ın çoşkusuna kendilerini öylesine 
kaptırırlardı ki ihramları da açılır saçılır, yine her şeyleri görünürdü. Hadislerden 
birinde peygamberin çıplaklığı da şöyle ifade edilir: 


“Kureyş'ten kadınlarla birlikte Ebü Hüseyin'in ailesinin evine girdik. Rasülullah 
(s.a.s), Safa ile Merve arasında sa'y ediyordu. Biz de ona bakıyorduk. Sa'y'ın 
şiddetinden elbisesi beline dolanmıştı ve hatta ben dizlerini gördüğümü bile 
söyleyebilirim. O, sa'y yaparken şöyle diyordu: “Sa'y ediniz. Zira Allah onu sizin 
üzerinize yazmıştır (farz kılmıştır) “. Buna göre, Sa'y, hac ve umrede Beytullah'ı 
tavaf etmek gibi haccın rükünlerindendir. (İbn Kudame, a.g.e., aynı yer, Seyyid 
Sabık, Fıkhu's-Sünne, Terc. Tayyar Tekin, İstanbul 1987, II, 143) 


152 


Muhammed, putperestliği yıkıp kendi dinini egemen kılınca hac âdetlerinin çıplak 
tavaf haricindeki tümünü aynen uygulamıştır. Putperestlerin telbiyesi ise şöyle 
değiştirilimiştir: 

“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk, lebbeyke la serike leke lebbeyk, innel'hamde ven 
nimete leke ve'l-mülk, la serike lek.” 


Hac da, Şeytan taşlama da putperestlerden kalma birer ritüeldir. 


Kusay zamanına kadar, müşriklerden Hacca gelenler, Mina'da Şeytan taşlarlardı. 
Fakat, ilk taşı Sufe kabilesinden birisinin atması gelenekti. Hacılar ancak onunla 
birlikte şeytana taş atarlardı. Kusay taraftarları, Sufelilerle savaşarak onların 
elinden bu görevi de aldılar. (Taberi, IV, 8.33) 


Ancak şeytan taşlamanın kaynağı putperestlerden önce Sümer-Akad kültlerinde 
görülür. O dönemden kalma bir ilahide Sümer tanrılarından Enki'nin taşlanması 
dile getirilir. 


Şeytan taşlanan yer Mina'dır. Burada büyük şeytan, orta şeytan ve küçük şeytan 
taşlanır. Bunlara Akabe Cemresi, Küçük Cemre ve Orta Cemre denir. İslam'a göre 
bu şeytanları taşlamak vaciptir. Her birine yedişer taş atılır. 


Şeytan taşlamanın İbrahim'den kaldığına inanılır. Bu hususta İbni Abbas'ın 
rivayeti de şöyledir: 


“Hz. İbrahim hac ibadetini yapmaya geldiği zaman, Akabe Cemresi yanında 
şeytan ona göründü. Bunun üzerine onu yedi adet taşla taşladı, şeytan yere battı. 
Sonra Orta Cemre yanında şeytan ona tekrar göründü. Yedi taş da orada attı. 
Böylece şeytan tekrar yere battı. Bir müddet sonra Küçük Cemrenin yanında yine 
karşısına dikildi. Burada da yedi taş daha atınca artık şeytan iyice yere yığılıp 
kaldı.” 


Müslümanların şeytan taşlamasının sebebi de İbrahim'in yolundan gitmek ve 
onun hatırasını yadetmek olarak nitelenir. 


Her Hac'da şeytana milyonlarca taş atılır ama şeytanın burnu dahi kanamaz. 
Fakat bugüne kadar şeytanları taşlayacağım diye birbirini ezmekten binlerce 
Müslüman ölmüştür. 


İslam'ın yeni hac düzenlemesinde değiştirilen bir başka âdet ise tavaf sırasında 
alkışların ve ıslıkların kaldırılmasıydı. 


153 


Araplar, İslam öncesi haclarında el çırpıyorlar, bağırıyorlardı. Kur'an bu hacca 
müşrik haccı diyor. “Enfal Suresi”nin 34-35. ayetleri bu konu ile ilgili tarihi bir 
belgedir. Bu ayetlerde eski hac eleştirilirken bu işin el çırparak ıslık çalarak 
yapıldığı açıklanıyor. 


Enfal-35. Kâbe'deki tapınmaları sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey 
değildir. İnkârınıza karşılık artık azabı tadın. 


Yine Putperest Araplar Kâbe çevresinde kurban keserler, bu kurbanın kanını da 
Kâbe'nin duvarına sürerlerdi. Bundan amaçları ilahların hoşuna gitmek ve hayır 
kazanmaktı. Kur'an, bu âdeti de yasakladı. Kurbana yeni bir yorum getiren Hac 
Suresi”nin 37. ayetinde şöyle der: 


Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan 
ancak sizin O'nun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadettir. Size doğru 
yolu gösterdiğinden, Allah'ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza 
vermiştir. İyilik yapanlara müjde et. 


Bu kurban kanını sürmek geleneği günümüzde de görülüyor. Özellikle otomobil 
alanların tekerleklere kurban kanını sürmesi, kurban kanının alına sürülmesi vs. 
uygulamalar putçuluk döneminden kalan âdetlerdir. 


Kurban bayramı günlerinde getirilen tekbirler “teşrik tekbirleri” diye 
isimlendirilmiştir. “Teşrik” İslam öncesi dönemde kesilen kurban etlerinin kızgın 
kayalara serilmek suretiyle güneşte kurutulmasına denilmektedir. Böylece hacılar, 
hacda kesilen kurban etlerini güneş ve taşlar üzerinde kurutarak sonraları yemek 
üzere kendileri için saklamışlardır. Yıllarca dünyada birçok ülkede açlık çekilirken 
Hac'da kesilen kurban etleri telef oluyordu. Son yıllarda yoksul ve ihtiyaç sahibi 
ülkelere kurban etlerinin bir kısmı sevk edilmeye başladı. Buna rağmen sevk 
edilemeyen tonlarca et ziyan olmaya devam ediyor. 


Hac'da saçların tıraş edilmesi de putperest dönemin âdetlerindendir. Bu âdetle 
hem kirlilikten kurtulunduğuna, hem de kesilen her saç telinin kurtulunan günah 
olduğuna inanılır. 


Fil Vakası Masalı 


Kâbe'nin kutsallaştırılması ve haccın farz kılınmasının sebeplerinin başında 
ticaret gelir. Putperest dönemde de Mekke hac sayesinde bir ticaret merkeziydi. 
Hac aylarında panayırlar kurulur, çevre yerleşimlerden gelenlerin alışverişi ile 
Kureyşliler ticari kazanç sağlarlardı. Bu nedenle de hac aylarını haram ay olarak 
sayarak bu aylarda savaşmayı yasakladılar. Böylece Mekke tüccarlar ve kervan 


154 


sahipleri açısından güvenli bir yer oldu. Bu güven konusu Fil vakasının 
efsaneleştirilmesiyle ilahi özelliğe dönüştü ve Kâbe'nin Allah tarafından 
korunduğu inancı doğdu. 


Ancak tarih, birçok kez Kâbe'nin çeşitli afet ve saldırılara maruz kaldığını gösterir 
ve bu inancı çürütür. 


İbn Zübeyr 683'de Halife Yezit'e başkaldırınca Emevi ordusu onun bulunduğu 
Mekke'yi kuşattı. Şamlılar, Kâbe'yi yıkmak için mancınıklar diktiler, hatta ateşe 
verdiler. Kâbe'nin duvarları yandı. Vakıdi şöyle demiştir: “Şamlılar” mancınıkla 
Kâbe'ye taş atarken şöyle diyorlardı: 


“Ağzı köpük saçan deve gibi atıyor. Onunla Mescid'in direklerini vuruyoruz.” (İbn 
Kesir, c.8, 5.367) 


Bu sırada Yezid ölünce Şam ordusu çekildi. Zübeyroğlu Abdullah kendisini 
Mekke'de halife ilan etti. 


Abdullah, Kâbe'yi yıktı. Çünkü, mancınıklarla atılan taşlar yüzünden Kâbe'nin 
duvarları yıkılmak üzereydi. Hacerülesved, ipek şala sarılıp bir tabutta saklandı. 
Kâbe'deki esanslar, ziynet eşyaları ve kumaşlar da bir mahzende saklandı. İbn 
Zübeyr, daha sonra Kâbe'yi yeniden yaptırdı. 


İbn Zübeyr 692'de öldürüldü. 


Yusufoğlu Zalim Haccac, Zübeyr'i yenip Mekke'yi ele geçirince, o da Kâbe'yi büyük 
oranda yıktı. Haccac, Kâbe'nin kuzeyduvarını yıktı. Hacerülesved'i çıkarttı. 
Kâbe'nin yıktığı duvarının taşlarını Kâbe'nin tabanına döşedi, kapıyı yükseltti. 
Batı kapısını da örttü. Kâbe'nin bu hali devam edip gelmiştir. (İbn Kesir, c.8, 
5.404). 


929 yılında Abbasi yönetimine isyan eden Karmati mezhebinin lideri Ebu Tahir 
Mekke'yi ele geçirdi. Hac mevsiminde, tavaf eden Hacıları, Kâbe'nin kapısına 
oturup kılıçla kesti. Karmati Lideri, “Ben Allah'ım, Allah'layım, yaratanda yok 
eden de benim!” diyordu. Hacılar kaçıp Kâbe'nin örtüsüne yapışıyor ama o O 
halde öldürülüyorlardı. 


Ebu Tahir öldürdüğü hacıları Zemzem kuyusuna doldurttu. Zemzem kuyusunun 
üstündeki kubbeyi yıktıran Ebu Tahir Kâbe'nin örtüsünü parçalatıp askerlere 
dağıttı. Kâbe'nin kapısını söktürdü. 


155 


Ebu Tahir, bununla yetinmedi. Hacerülesved'in sökülmesini emretti ve bunu 
balyozla söktürtüp yanı sıra götürdü. Hacerülesved, 22 sene dışarıda kaldı.(İbn 
Kesir, c. 11,. 282) 


Bir başka saldırıyı da İbni Kesir şöyle ifade eder: 


Hacerülesved, 1022 yılında da saldırıya uğradı. Mısırlı birisi hacılarla gelip Kâbe'yi 
tavaf etti ve Hacerülesved'i öpeceği sırada elindeki gürzle o mübarek taşa tam üç 
kez vurdu. Adam, “Ne zamana kadar şu taşa ibadet edeceğiz. Ne Muhammet ne de 
Ali beni yapacağım işten alıkoyamayacaktır. Bugün şu Beyt'i (evi) yıkacağım” 
dedi. Bunun üzerine Yemenli birisi onu öldürdü, adamları da öldürüldüler. (İbn 
Kesir, c.12, s. 84) 


20 Kasım 1979 tarihinde ise, önde gelen Suudi ailelerden birinin üyesi olan 
radikal Sünni Cüheyman önderliğindeki 500 kadar Suudi hanedanı karşıtı eylemci 
Kâbe'yi ele geçirdi ve yüzlerce hacıyı rehin aldı. Fetva çıkarılıp Fransız anti-terör 
timine görev verildi. Mekke'ye müslüman olmayan insanların girememesine 
rağmen Fransız timi Kâbe'yi kuşattı. Kuşatma yaklaşık > hafta sürdü. Olaylar 
sonunda, Kâbe'nin denetimi Suudi hanedanına geçtiğinde, çoğu Suudi asker 
olmak üzere 250 kişi ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. Teslim olan 67 isyancı 
kafaları kesilmek suretiyle idam edildi. 


Kâbe bu saldırıların dışında defalarca sel baskını ve deprem nedeniyle zarar 
gördü. 


http://fotograf.wordpress.com/2006/10/21/kabe-1941/ 


“Ey Hatice, vallahi ben lat ve Uzza'ya tapmam. Vallahi ben onlara asla 
tapmam!”Bir komşusu, Muhammed hazretlerinin Hatice'ye böyle seslenerek yanıt 
verdiğini söylüyor. Putperestliğin Muhammed hazretleri üzerinde etkili olduğu ve 
bu etkilerden tamamen kurtulamadığı söylenebilir. Mekke'nin fethinden sonra 
Kâbe putlardan temizlenmiş, sıra çevre bölgelerdeki büyük putlara gelmişti. Halid 
Bin Velid'i Uzza putunu kırmaya göndermiş, döndüğünde merakla ne olduğunu 
sormuştu. Uzza'nın yıkıldığına inanamamış ve Halid'i tekrar geri döndürmüştü. 
Muhammed hazretlerinin gözünde Kâbe'deki kabile putlarının öneminin olmadığı 
anlaşılıyor ama Lat, Uzza ve Menat konusunda dikkatli ve tedirgin. Şeytan ayetleri 
iddiası da bu hassasiyetini gösteriyor. Eğer bu konuda büyük tepki almasaydı, 
bugün İslam'da en büyük melekler Lat, Uzza ve Menat olurdu herhalde. 
Putperestlikle tek Tanrıcılık arasında yaşanan çelişkiler neticede karma bir dini 


156 


ortaya çıkarmıştır. Dönemin Hanifleri de bunu görüyor ve şiddetle karşı 
çıkıyorlardı. Bir kıble edinilmesi, en büyük put merkezi olan Kâbe'ye sahip 
çıkılması, tüm putperest dönem âdetlerinin aynen sürdürülmesi bunun 
göstergesidir. Tek tanrıcılık saf anlamda İslam'a yerleşememiş, putperest 
zihniyeti sürmeye devam etmiştir. Bu da beraberinde yeni putlar edinilmesine 
sebep olmuştur. Muhammed'in yüceltilmesi ve “kâinatın efendisi” haline 
getirilmesi bunun sonucudur. Yaratılan ilk ruh olduğu, o yaratılmamış olsa 
hiçbirşeyin oyaratılmayacağı, ondan şefaat istenmesi vs. Lat-Uzza-Menat 
putperestliğinden farksız bir durumdur. Tek fark resim ve heykelin İslam'da 
yasak oluşudur. Eğer bu yasak olmasa, büyük olasılıkla Muhammed'i yüceltmede 
İsa sollanırdı. Müslümanlar için Arabistan'ı kutsal yapan Mekke, Mekke'yi kutsal 
yapan Kâbe, Kâbe'yi kutsal yapan ise Hacerül Esved denilen kara taştır. Tarih 
öncesinden itibaren Pagan Arapların kutsal sayıp çevresinde döndükleri, el-yüz 
sürüp öptükleri bu taş, sözde tek tanrıcıların namazlarının kıblesi olmuştur. 
İslamiyetin başlangıcından itibaren müslümanlar içinden bu kara taşa muhalefet 
oluşmuş ve bu pagan fetişine son verilmesi talepleri günümüze kadar sürmüştür. 


İlk kadın mutasavvıf Basralı Rabia (6. 801), Kâbe'yi ziyaret ettiği zaman bağırarak 
şu sözleri söylediği anlatılır: 


“Sadece taştan ve tuğladan yapılmış bir ev görüyorum; bunların bana ne yararı 
var!” 


Wasit kentinde Mazda (Zerdüşt), Kudüs'te ise Hristiyan toplulukları arasında 
yaşamış ve Karmatilerle ilişkisi olan Hallac-ı Mansur (6. 920), “Kâbe'nin yıkılması 
ve Hac tapınmasını müslümanların kendi evlerinde yapması gerektiğini” 
öğretiyordu. 


Koyu ortodoks ve Batıni düşmanı Gazali (6. 1111) bile Mekke'ye yaptığı bir seyahat 
sırasında; Kâbe'ye ve hac ziyareti ile birleştirilmiş paganizm törenleri ve hacıların 
Siyah taş için gösterdikleri putataparlık saygısını artan bir şaşkınlıkla seyretmiş. 
Bunların İslam'ın tektanrıcı inanç ve anlayışıyla uyuşmadığını yazmıştır. 
(Benjamin Walker, 5.215, 217, 309) 


Sufilerden Şibli 10. yüzyılda eline alev alev yanan bir odun almış sokaklarda 
koşuyor, bir yandan da “Kâbe'yi yakmaya gidiyorum!”diye bağırıyormuş. Neden 
yakmak istediğini sorduklarında: “Böylece Müslümanlar Kâbe'nin yeri ile değil, 
sahibi Tanrı ile daha fazla ilgilenirler” diye yanıt vermiş.(Timoty Freke, The 
Wisdom of the Sufi Sages, Goldsfield Press Ltd., Hong Kong, 1999, s.9) 


157 
Ve son söz Yunus'tan: 


Yunus der ki Ey hoca Gerekse var bin Hacca Hepisinden iyice Bir gönüle 
girmektir. 


158 


Muhammed'den Tıbbi Öneriler 


Muhammed, tıbbi bir yöntem olarak kan aldırma yöntemini uygulamış. 
Muhammed'in kan aldırmaktan nasıl bir yarar sağladığı tam olarak 
anlaşılmıyorsa da, hadislerinde hayırlı bir iş olduğunu söylüyor. 


Haftanın ve ayın seçilmiş belli günlerinde, çoğunlukla ense kısmından olmak 
üzere kan aldırıyor ve bunu çevresindeki insanlara da öneriyormuş. (Bunlarla 
ilgili epeyce hadis var). 


3983 - Ebu Kesbe el-Enmari radiyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu 
vesselam başından ve iki omuzu arasından hacamat (kan aldırma) olur ve: "Kim 
bu kandan akıtırsa, herhangi bir hastalık için, bir başka ilaçla tedavi olmasa da 
zarar görmez!" buyururdu." 


Ebu Davud, Tıbb 4, (3859); ibnu Mace, Tıbb 21, (3484). 


3984 - Hz. Enes radiyallahu anh anlatıyor: Resulullah aleyhissalatu vesselam, 
boynunun iki tarafındaki damarları ile iki omuzun arasındaki damardan hacamat 
olurdu." 


Ebu Davud, Tıbb 4, (3860); Tırmızi, Tıbb 12, (2052); İbnu Mace, Tıbb 21, (3483). 
Üstelik hacamat olma emri doğrudan Allah'tan geliyor: 


6997 - Hz. Ali radiyallahu anh anlatıyor: "(Bir gün) Cebrail Resulullah 
aleyhissalatu vesselam'a, Ahdaayn (boynun iki tarafındaki damar) hizasından ve 
kahilden (iki omuzun arası) hacamat olma emrini getirdi." 


3985 - Tırmızi şu ziyadede bulunur: "(Resulullah aleyhissalatu vesselam) ayın 
onyedisinde, ondokuzunda ve yirmi birinde hacamat olurdu." 


Tırmızi, Tıbb 12, (2052). 


İbnu Abbas der ki: "Resulullah aleyhissalatu vesselam Mirac gecesinde, 
meleklerden mürekkeb bir cemaate her uğrayışında: "Hacamat olmaya devam et! 
Ümmetine de hacamat olmalarını emret!" derlerdi." 


Tırmızi, Tıbb 12, (2054). 


6998 - Hz. Cabir radiyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam 
(bir keresinde) atından bir hurma kütüğü üzerine düşmüş ve ayağı çıkmıştı." Ravi 


159 


Veki' der ki: "Yani Resulullah aleyhissalatu vesselam, bir incinmeden dolayı 
ayağının üstünden hacamat ettirmiştir." 


Her ne kadar hacamat işini, Haccam denen usta hacamatçılar yapıyor olsa da, 
tehlikeli bir bölgeden kan alınıyor olması nedeniyle, kendini hacamat ettirirken 
kaç kişi hayatını kaybetmiştir bilemiyoruz ama, Muhammed şahsen hacamat 
ettirmiş ve inanırlarına da hacamat olmalarını emretmiştir. 


Muhammed her konuda oldugu gibi, tp konusunda da mükemmel bilgilerini 
kendisine saklamamış, fırsat buldukca ümmetine de aktarmıştır. Görelim bakalım 
neler söylemiş, neler önermiş: 


Humma ateşi ile kavrulan hastaya müjde vereceksin, ilaç falan gerekmez, ilaç 
yerine geçer: 


4660 - Hz. Ebu Hüreyre radiyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu 
vesselam bir hummalıyı ziyaret etmişti. Hastaya: "Müjde! Zira Allah Teala 
hazretleri diyor ki: "Humma benim ateşimdir, ben onu mü'min kuluma musallat 
ederim, ta ki, ateşten tadacağı nasibi(ni dünyada tatmış) olsun." 


Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'i 2, 440. 


Hastalık nedeniyle iştahı kapanan hastalara yemek yedirmeye uğraşmayın, o işle 
Allah şahsen ilgileniyor: 


3952 - Ukbe İbnu Amir radiyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu 
vesselam buyurdular ki: "Hastalarınızı yeyip içmeye zorlamayın. Zira Allah Teala 


Tırmızi, Tıb 4, (2041); İbnu Mace, Tıbb 4, (3444). 


Hani yemeden içmeden kesilenleri yemeye zorlamayacaktık? Allah yedirip 
içirmiyor muydu? 


3971 - Hz. Aişe radiyallahu anha anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam, 
aile halkından birine humma (rahatsızlığı) gelince hamurdan çorba yapılmasını 
emrederdi ve çorba yapılırdı. Sonra hastalara emrederdi ve onlar da ondan ağır 
ağır içerlerdi. 


Tırmızi, Tıbb 3, (2040). 


160 


Hurma'nın kerametini yıllardır söyledik, ama dinlemediniz. Bir daha söylüyorum, 
sabahleyin yedi adet yiyeceksiniz. Sekiz mi yediniz? Faydası yok boşuna 
yemişsiniz. 


3958 - Sa'd İbnu Ebi Vakkas radiyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu 
vesselam buyurdular ki: "Kim her sabah acve hurmasından yedi tane yerse o gün 
geceye kadar ona ne zehir ne de sihir zarar verir." 


Buhari, Tıbb 52, 56, Et'ime 43; Muslim, Esribe 154, (2047); Ebu Davud, Tıbb 12, 
(3875, 3876). 


Çok nadide bir öneri, hele ki dua muhteşem! Muhammed'e muhteşem tıbbi 
önerilerinden birini söylemesini rica eden hastaya, belli ki Muhammed o an aklına 
gelen bir yöntemi söylemiş. İşe yaraması için de hasta dua edecek (Yahu yukarıda 
Humma ateşinden yanan hastaya müjde götüreceksin dememiş miydi?) 


3968 - Tırmızi'nin Sevban radiyallahu anh'tan yaptığı bir rivayet şöyledir: 
"(Resulullah aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Size humma isabet ederse, 
humma ateşten bir parça olduğu için, derhal su ile söndürsün. (Şöyle ki:) 
Akmakta olan bir nehrin içine girsin Akıntıyı karşısına alıp dursun ve sabah 
namazından sonra ve güneşin doğuşundan önce şu duayı yapsın: "Allah'ın adıyla! 
Ey Allah'ım, kuluna şifa ver ve Resulun Hz. Muhammed'in sözünü doğrula!" 


Tırmızi, Tıbb 33, (2085). 
İşte Cebrail'in Levh-i Mahvuz'dan arakladığı akıllara zarar bir ilaç; 


3969 - İbnu ömer radiyallahu anhuma anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu 
vesselam buyurdular ki: "Cibril aleyhisselam bana, bir ilaç öğretti. Bu bütün 
hastalıklara devadır. Ayrıca dedi ki: "Ben bu ilacı Levh-i Mahvuz'dan istinsah edip 
yazdım." (İlacı şöyle tarif etti:) "Dam üzerinden akmayan yağmur suyundan temiz 
bir kaba alırsın. Üzerine Fatiha suresini yetmiş kere okursun. Bir o kadar da 
Ayetu'l-Kürsi'yi, bir o kadar kul euzu bi-Rabbi'n-Nas'i, La-ilahe İllallahu vahdehu 
la serike leh. Lehul mülkü ve Lehul hamdu yühyi ve yümit ve hüve hayyun la 
yemütu bi-yedikel hayr ve hüve ala kulli sey'in kadir'i okur. Sonra yedi gün oruç 
tutar ve her gun bu su ile orucunu açar." 


Sütü anladık da, BEVİL nasıl iyileştiriyor? (Dikkat: Bevil SİDİK demektir!) 


3972 - Hz. Enes radiyallahu anh anlatıyor: "Ureyne kabilesinden bir grup insan 
Medine'ye gelmişti. Burası sıhhatlerine iyi gelmedi, hastalandılar. Resulullah 


161 


aleyhissalatu vesselam da onları sadaka develerinin bulunduğu yere gönderdi ve: 
"Sütlerinden ve bevillerinden için!" emir buyurdu. Onlar da içtiler ve iyileştiler." 


Tırmızi, Tıbb 6, (2043). 


Muhammed bal şerbetinden hiç bir zaman vaz geçemiyor. Bunun şifasi ne ola ki? 
İktidarsızlığı mı önlüyor, yoksa gece seanslarında kuvvet mi veriyor? 


3973 - İbnu Abbas radiyallahu anhuma anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu 
vesselam buyurdular ki: "Şifa üç şeydedir: 


- Bal şerbeti. 

- Kan aldırma. 

- Ateşle dağlama. 

Ancak ümmetimi dağlamaktan men ediyorum." 
Buhari, Tıbb 3. 


Bir sivilce için dağlama yapılmasının mutlaka ulvi bir nedeni olmalı, bunu hiç 
kimse Muhammed'den daha iyi bilemez. Fakat bir önceki Hadis'te ümmetini 
dağlamaktan men etmemiş miydi? 


3990 - Enes radiyallahu anh der ki: "Resulullah aleyhissalatu vesselam, Sa'd İbnu 
Zurare'yi sivilce sebebiyle dağladı." 


Tırmızi, Tıbb 11, (2051). 
Aşağıdaki gibi bir tedavi olur mu? 


6993 - Enes İbnu Malik radiyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu 
vesselam buyurdular ki: "Irku'n-nesanin (oturak hizasından topuğa kadar uzanan 
bir sinirin) ilacı, arabi bir koyunun kuyruğudur. Bu kuyruk eritilip üç kısma 
ayrılır, sonra her sabah aç karnına bir parça içilir." 


Çörek otunun hikmeti: 


3957 - Ebu Hureyre radiyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalatu vesselam 
buyurdular ki: "Ölüm dışında hiç bir hastalık yoktur ki çörek otunda onun için bir 
deva bulunmasın." 


Buhari, Tıbb 7; Muslim, Selam 89, (2215); Tırmızi, Tıbb 5, (2042); 22, (2071). 


162 


Hayber kalesi saldırısında (uzun olduğundan kısaca yazıyorum), Muhammed 
kalenin Ali tarafından alınmasını istemiş, fakat Ali gözünden rahatsızmış. Ali'yi 
çağırtmış, tükürüğünü eli ile Ali'nin gözüne sürüp dua da edince, Ali derhal 
iyileşmiş ve kaleyi zapt etmiş. 


Muhammed'in hadis kaynaklı ve uzun metrajlı benzer iyileştirme palavraları da 
bulunmaktadır. Arayan bulacaktır. 


163 


Hadisleri İnkâr Etmekle Olmuyor Bu 
İşler 


Hadis olarak da bilinen sünnet İslam inanç sisteminde ne anlama gelir? İçeriği 
nedir? Önce İslam inancında sünnetin yerini görelim. 


A) Kavli (sözlü) sünnet: Muhammed'in çeşitli konular hakkında söylediği 
sözlere denir. 


B) Fi'li sünnet: Muhammed'in bizzat yaptığı eylemlere denir. 


C) Takriri sünnet: Muhammed sahabenin eylemlerine karşı nötr kalarak, bu 
yapılan eylemleri bu şekilde tasdik etmesine denir. 


Bu genel ayrım dışında, bir de sünnetin dereceleri vardır. 


1- Mütevatir sünnetler: Bu hadisin ne demek olduğunu ve ne kadar önemli 
olduğunu Diyanet'ten bir alıntı ile aktarayım sizlere. 


Aklın yalan üzerine ittifak etmelerini kabul etmeyeceği kalabalık bir topluluğun, 
aynı şekilde kalabalık bir topluluktan rivâyet ettikleri hadise denir. Mütevâtir 
hadisin bu şekilde aktarılmasına da tevâtür denir. Mütevâtir hadis lafzi ve manevi 
olmak üzere iki çeşittir: Lafzi mütevâtir: Bütün râviler tarafından aynı lafızlarla 
rivâyet edilen haberlere denir. Mânevi mütevâtir: Lafızları değişik olduğu halde 
aynı hükmü ifade eden rivâyetlere denir. 


Mütevâtir haber, ilm-i zarüri ifade eder. İlm-i zarüri, reddi mümkün olmayan, 
kabul edilmesi zorunlu olan bilgi demektir. Böyle bir bilginin doğruluğundan 
şüphe edilmez. Mütevâtir hadisler, Kur'ân'dan sonra en güçlü dini delildir. İnanç 
esasları dâhil olmak üzere dini bütün konularda delil teşkil eder. Hz.Peygamber'in 
mütevâtir olan hadislerini inkâr eden kâfir olur. Hükmünün bağlayıcılığı 
yönünden Kur'ân âyetleriyle aynı konumdadır. 


2- Meşhur sünnetler: Muhammed'den bir veya iki kişinin rivayet ettiği 
mütevatir sünnetteki çoğunluğa ulaşamayan ama yalan üzerine ittifak edilmesi 
mümkün olmayan, bu sünneti reddedenlerin fasık olarak sayıldığı sünnetlerdir. 
Recm hadisi,bu sünnete örnek olarak gösterilebilir. 


164 


3- Ahad sünnetler: Bir kişinin bir cemaatten veya bir cemaatin bir kişiden 
rivayet ettiği sünnetlerdir. Mütevatir ve meşhur sünnetler kadar kati sayılmasa 
da,bu sünnetle amel edilmesi vaciptir. 


İslam'daki ilk hadis kitabı “Came'eh” veya “Sahifah” adlı eserdir. Bu eser 
Muhammed tarafından Ali'ye yazdırılmıştır. Bir de Salman Farsi tarafından 
yazılan “Jathaligh Rumi” adlı eser vardır. Diğer kitaplar; Ebu Rafa'nın “El-Sunna”, 
“El-Ahkam” ve “El-Gazaya 2” adlı eseri ve Salim İbn Gays Helali'nin 
“Antoloji”sidir. Hadis konusunda ayrıca sahabeler tarafından derlenmiş olan ve 
yalnızca bazı isimlerle bölümlerin bize ulaştığı eserler vardır. 


Sonuç olarak İslami inanç sisteminde hadisler en az Kur'an kadar önemli yer 
tutmaktadır. 


Hadisler Kur'an'da sık sık ayetlerde vurgulanan bir olaydır, Kur'an'a göre sadece 
Kuran hükümleri değil “Hadis” yani sünnet hükümleri de uyulması zorunlu 
kurallardır. Bunu ayetler ve örnekleriyle görelim. 


Nisa-59 “İhtilaflı bir işin hükmünü Allahtan (Kur'andan) ve Resulünden 
(Sünnetten) anlayın!” 


Nisa-80 “Kim Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur.” 


Haşr-7 “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da 
sakının.” 


Burada “Peygamber'e itaat” demek, Kur'an ayetlerine itaat değildir. Eğer sadece 
“ayetler” olsa, hem Peygamber, hem de “Allah”ın aynı ayette olması anlamsız 
olur. Demek ki “Peygamber'e itaat” farklı bir şeydir, o da hadislerdir. 


Nisa-113 “Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.” 


Bunun gibi çok ayet var. Kitap ve “hikmet” aynı şey olamaz. Aynı şey olsa, sadece 
“kitap” derdi. Kitap (Kur'an), Hikmet (Hadisler) anlamına gelmektedir. 


Konuyla ilgili diğer ayetlere de hemen bakalım: 


Nahl-64 “İhtilaflı şeyleri insanlara açıklayasın ve iman eden bir kavme de hidayet 
ve rahmet olsun diye bu Kitabı sana indirdik.” 


Nisa-65 “Aralarındaki anlaşmazlıkta seni hakem tayin edip, verdiğin hükmü 
tereddütsüz kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar.” 


165 


Ahzab-36 “Allah ve Resulü, bir işte hüküm verince, artık inanmış kadın ve erkeğe, 
o işi kendi isteğine göre, tercih, seçme hakkı kalmaz.” 


Araf-157 “O Peygamber, güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar.” 


Tevbe-29 Kendilerine kitap verilenlerden, Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, 
Allah'ın ve Resulünün haram ettiği şeyi haram tanımayan ve hak dini (İslamiyet'i) 
din edinmeyen kimselerle; zelil bir halde kendi elleriyle (boyun eğerek) cizye 
verinceye kadar savaşın. 


Araf-158 “Allah'a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!” 
Enfal-20o “Allah'a ve Resulüne itaat edin!” 
Ahzab-21 “Resulullahta sizin için (uyulması gereken) güzel örnekler vardır.” 


Feth-13 “Allah'a ve Resulüne inanmayan (kâfir olur) kâfirler için de çılgın bir ateş 
hazırladık.” 


Bekara-269 Allah, dilediğine hikmeti verir. Hikmet verilene de, çok hayır 
verilmiştir. 


Bekara-151 “Size kitabı, hikmeti getiren ve bilmediklerinizi öğreten bir Resul 
gönderdik.” 


Bu ayetlerde açıkca müslümanlar için sadece Kur'an'ın değil Muhammed'in de 
sözlerinin ve davranışlarının inanç yönünden önemli olduğunu, uyulması gereken 
kurallar, örnek alınması gereken davranışlar olduğu ortaya konmaktadır. Hadis 
anlayışı Kuran'la uyumlu ve Kur'an'a göre de zorunludur. Demek ki neymiş, 
“bana hadislerle değil Kuran'la gel” demekle ve hadisleri inkâr etmekle 
olmuyormuş bu işler. 


Şunu unutmamak gerekiyor. Tüm Kuran tefsirleri “hadisler” sayesinde 
yazılmıştır. Hadisler olmadan Kur'an “tefsir”leri yazılamazdı. Hadisler, İslam 
tarihinde “kara bir leke”dir, tıpkı bazı ayetler gibi. Bazı hadisleri vicdanların 
kaldırmadığı bir gerçek. Ancak bu hadisleri reddetmek “dürüst” bir davranış 
değildir. Hadisler İslam'ın gerçeğidir ve asla inkâr edilemez. 


Peki, nedir bu İslam kaynakları, hemen bakalım. 


Kütüb-i sitte Altı kitap anlamına gelmektedir. Ehl-i Sünnet tarafından en sağlam 
hadis kaynakları olarak kabul edilmektedir. Bu eserler “güvenilir?” anlamında 
“Sahih” denmektedir. 


166 


Peki, sahih denilenlerin yazarları kimlerdi bir bakalım: Buhari, Müslim, Nesai, 
Tirmizi, Ebu Davud, İbn Mace. 


En ünlü hadis kitabı olan Buhari'de, mükerrer olanlar dâhil 7275 tane hadis 
vardır. Mükerrerlerin olması başka raviler tarafından da rivayet edilmesinden 
dolayıdır. İkinci ünlü hadis kitabı Müslim'de de, 7275 hadis vardır. Çok büyük bir 
kısmı birbirinin aynıdır. Hadis kitaplarında mükerrer hadisler çok olduğu için 
hadis sayısı çok sanılmaktadır. 


Şimdi de en çok hadis rivayet eden kişiler ve aktardıkları hadis sayılarına 
bakalım: 


Abbas bin Abdülmuttalib: 35 
Abdullah bin Mesud: 848 
Abdullah bin Ömer: 2630 
Adiy bin Hatim-i Tai: 66 
Aişe: 2210 

Ali bin Ebi Talib: 586 
Ammar bin Yaser: 62 
Bera bin Azib: 305 

Câbir bin Abdullah: 1540 
Ebu Bekr-i Sıddık: 42 
Ebu Hureyre: 5374 

Ebu Katâde: 170 

Ebu Musa el-Eşari: 360 
Ebu Said-i Hudri: 1170 
Ebu Zer-i Gıfari: 281 
Ebüdderda: 174 

Enes bin Mâlik: 2230 


Hafsa: 60 


167 
Huzeyfe bin Yemani: 100 
Meymune: 46 
Osman bin Affan: 146 
Ömer bin Hattab: 500 
Sa'd bin Ebi Vakkas: 270 
Said bin Zeyd: 48 
Selman-ı Farisi: 60 
Übeyy bin Ka'b: 164 
Ümmü Seleme: 378 
Toplam: 19855 


Bunlardan başka hadis rivayet edenler olmuşsa da, çok az olduğu için kitaplara 
geçmemiştir. Bir de, aynı hadis-i şerifi birçok kimse rivayet etmiştir; çünkü 
toplulukta konuşulunca herkes duymuştur. Yüz kişi duymuşsa yüzü de, bir hadis-i 
şerifi rivayet etmiştir. 


Yani hadisler öyle işine geldiği gibi gelişigüzel yok farz edilemez, içeriği ne kadar 
rahatsız edici olursa olsun bu yollarla bize ulaşan hadislerin doğruluk ihtimali çok 
yüksektir. Sadece içerikleri çağa uymadığı için günümüz sahtekâr Müslümanları 
tarafından inkâr yolu seçilmektedir. 


Şimdi biraz'da Kütüb-i sitte'den örneklere gözatalım. 


Resulullah (sav)'la birlikte Beni”I-Müstalik Gazvesi'ne çıktık. Arap esirlerinden 
çokça esir ele geçirdik. Kadınlara karşı arzu duyduk. Çünkü üzerimizde bekarlık 
şiddet kesbetmişti. Hep azil yapmak istiyorduk ve: “Aramızda Resulullah (sav) 
varken, ona sormadan azil (Boşalmadan penisi çekmek) yapmak olur mu?” dedik 
ve sorduk. “Hayır!” buyurdular. “Bunu yapmamanız gerekir. Kıyamete kadar 
geleceği takdir edilen her canlı mutlaka yaratılacaktır (siz tedbirinizle önüne 
geçemezsiniz).” (Kaynak: Buhari, Nikah 96, Büyu 109, Itk 13, Megazi 32, Kader 4, 
Tevhid 18; Müslim, Nikah 125, (1438); Muvatt) 


“Adamın birisi Rasulullah'a gelir ve der ki: Bizim bir cariyemiz var. Bize hizmet 
eder; bizimle hurma sular. Ben bazen onunla buluşurum. Ancak, çocuk 
doğurmasını istemiyorum. Rasulullah (s.a.v.) ona şöyle dedi: İstersen azil yap. 


168 


O'nun kaderinde ne varsa o olur.” (Ahmed, Ebu Davud ve Müslim, K. Nikâh, 
2606) 


Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun 
bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla 
korunur. (Ebü Dâvud, Et'ime 49, Buhâri, Tıbb 58, Bed'ü”l-Halk 14; İbnu Mâce, Tıb 
31, Nesâi, Fera’ 11) 


Resulullah (sav)'a bir hırsız getirilmişti. “Öldürün onu!” diye emretti. Kendisine: 
“Ey Allah'ın Resulü, bu adam sadece çaldı” denildi. Bunun üzerine “Öyleyse (elini) 
kesin!” dedi ve derhal eli kesildi. Sonra aynı adam ikinci sefer getirildi. Yine: 
“Öldürün onu!” diye emretti. Kendisine: “Ey Allah'ın Resulü, bu adam hırsızlık 
yaptı” dendi. Bunun üzerine “Öyleyse kesin!” dedi ve derhal (sol ayağı) kesildi. 
Sonra üçüncü sefer getirildi ve hırsızlık yaptığı söylendi. Hz. Peygamber: 
“Öldürün onu!” diye emretti. Kendisine: “Ey Allah'ın Resulü, bu adam hırsızlık 
yaptı” denildi. Bunun üzerine: “(Sol elini) kesin!” diye emretti. Sonra aynı adamı 
dördüncü kere getirdiler. “Öldürün onu!” buyurdu. Kendisine: “Ey Allah'ın 
Resulü, bu adam hırsızlık yaptı” dediler. Bunun üzerine “(Sağ ayağını da) kesin!” 
diye emir buyurdu. Aynı adam beşinci sefer getirildi. Hz. Peygamber (sav): 
“Öldürün onu” diye emretti. Hz. Cabir (ra) der ki: “Adamı götürüp öldürdük. 
Sonra sürüyerek götürüp bir kuyuya attık. Üzerini de taşla doldurduk.”(Kaynak: 
Ebu Davud, Hudud 20, (4410); Nesai, Sarik 15, (890,91)) 


Hz.Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 
buyurdular ki: “Geceleyin köpeklerin havlamasını ve merkeplerin anırmasını 
işittiğiniz zaman, şeytandan Allah'a sığının. Çünkü onlar, sizlerin görmediklerinizi 
görürler.” (Ebu Davud, Edeb, 105-106, no: 5103) 


“(Güneş) Arş'ın altında secde yapmaya gider; bu maksatla izin ister, kendisine 
izin verilir. Secde edip kabul edilmeyeceği, izin isteyip izin verilmeyeceği zamanın 
(kıyametin) gelmesi yakındır. O vakit kendisine: “Geldiğin yere dön!” denir. 
Böylece battığı yerden doğar.” (Buhari, Tefsir Ya-sin 1, Bed'ul-Halk 4, Tevhid 
22,23, Müslim, İman 250, (159), Tirmizi, Tefsir, Ya-sin, 4225) 


“Ureyne ve Ukeyle kabilelerinden bir grup Medine'ye gelerek Müslüman oldular. 
Medine'nin havası onlara dokununca Peygamber onlara deve sidiği içmelerini 
öğütledi. Adamlar develeri dağıttılar ve çobanı da öldürdüler. Peygamber onları 
yakalattı, ellerini ve ayaklarını kesti, gözlerini oydu, çölde susuz ölüme terk etti. 
Biz onlara su vermek isteyince, Peygamber bizi engelledi.” (Buhari Tıp5/1, Hanbel 


3/107,163) 


169 


Peygamber'in döneminde, “gece baskınları” düzenlenirdi. Peygamber'in emriyle, 
“Öldür, öldür!” nidaları haykırılırdı. Sonra da yağmaya girişilirdi. (Ebu Davud, 
Cihad/102, hadis 2368; Ibn Mace, Cihad/3o0, hadis 2840) 


Filistin'de, “Ubna” (sonraları Yübna denmiştir) denen bir yere Peygamber bir 
baskın düzenlemişti. Baskını yapacaklara da şu buyruğu veriyordu: “Sabahleyin, 
Übna'ya (ansızın) baskın yap ve orayı yak!” Ve, Übna köyü yakılıyordu. 
İçindekilerle birlikte. (Ebu Davud, Cihad/gı, hadis 2616, c.3, 5.88, ayrica, 
s.124'deki 2 no.lu not; Ibn Mace, Cihad/31, hadis no: 2843, c.2, 8.948) 


Peygamber'e arkadaşlarından biri şöyle sordu: “Ya Resulallah! Evlere yapılan gece 
baskınlarında, müşriklerin kadınları, çocukları da öldürülüyor, ne dersin?” “Onlar 
da öbürlerindendir. (Kadın ve çocuklar da onlardandır.) (Bkz.Ebu Davud, 
Cihad/102, hadis 2638; Cihad/121, hadis 2672; Ibn Mace, Cihad, hadis 2840; 
Ahmet Ibn Hanbel, 4/46; Tirmizi, Siyer/19, hadis 1570) 


İki yöneticiye birden onay verildi mi, birini öldürün. |1710-Müslim| (1711-Müslim| 
Hırsızlıkta ısrar edenleri öldürün. |1631-Ebü Dâvud-Nesâi | 


Toplum içinde casusvari gizli bir şey söyleyeni öldürün. |1118-Buhâri-Müslim-Ebu 
Dâvud-İbnu Mâce] 


İçki içmede beşinci kez ısrar edenleri öldürün. (1643-Ebü Dâvud-Tirmizi| 


Kuran okudukları halde traş olanları öldürün. |4816-Buhâri-Müslim-Muvatta- 
Nesâi-Ebu Dâvud] 


Evliyken zina edenleri taşlayarak (recmederek) öldürün. |1111-Buhâri| (1606- 
Buhari-Müslim-Tirmizi-Ebu Davud-Nesai-İbn Mace] Bazı nedenlerden dolayı 
vazgeçildi. |1609-Muvatta| (1597-Ebu Davud] (1598-Tirmizi-Ebu Dâvud-Nesâi- 
İbnu Mâce] 


Namazı terk edenler öldürülebilir. |2117-Ebü Dâvud] 


Dinden dönenleri öldürün. (1585-Muvatta| (1558-Ebu Dâvud-Nesâi| (676-Nesâi| 
11586-Ebu Dâvud-Nesâi | 


Bintu Muhayyisa, babasından naklediyor: “Allah Teâlâ Hazretleri, Peygamberine, 
yahudilerin tasarladıkları suikastı bildirince, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): 
“Yahudi erkeklerden kimi yakalarsanız onu hemen öldürün!” ferman buyurdu. 
Bunun üzerine babam Muhayyısa (radıyallahu anh), yahudi tüccarlarından biri 
olan Şebibe'nin üzerine atılıp öldürdü. Amcam Huvayyısa o sırada henüz 


170 


müslüman değildi ve babamdan daha yaşlıydı. Babama hem vuruyor ve hem de: 
“Ey Allah'ın düşmanı! (onu nasıl öldürürsün?) Karnındaki yağ belki de onun 
malından!” diyordu. Babam şu cevabı verdi: “Bana onu yapmamı öyle bir zat 
emretti ki, eğer seni öldürmemi emretse seni de sağ bırakmazdım.” Amcam o 
esnada müslüman oldu.” [4240 Ebu Dâvud, Harac 22, (3002).| 


Eşcinsellik yapanları öldürün. |1614-Tirmizi-Ebü Dâvud] 


Birliği bozanı, tefrika çıkaranı öldürün. (1711-Müslim| (4775-Müslim-Ebu Davud- 
Nesâi | 


10 yaşında namazı terk eden çocuklarınızı dövün. |2336-Ebü Dâvud-Tirmizi| 


Peygamber hainlerin yakılmalarını emretti, sonra caydı. |1060-Buhâri-Ebu 
Dâvud-Tirmizi| 


Yılanları ve kertenkeleyi öldürün.(4948-Müslim-Ebu Davud-Tirmizi, 4943-Ebu 
Davud-Nesâi) 


Resulullah (sav) buyurdular ki: “Şu resimleri yapanlar var ya, -bir rivayette: “Şu 
resimlerin sahipleri var ya! Kıyamet günü azab olunacaklar. Onlara: “Şu 
yaptıklarmızı diriltin” denir.” Buhari, Libas 89, Tevhid 56; Müslim, Libas 103, 
(2018); Nesai, Zinet 114, (8, 215) 


Resulullah (sav) bir seferden dönmüştü. (O yokken) ben, yüklüğün önüne, 
üzerinde resimler bulunan bir bez çekmiştim. Resulullah perdeyi görünce, çekip 
attı, (öfkeden) yüzü de renklenmişti. “Ey Aişe!” buyurdular, “bil ki, Kıyamet günü 
insanların en çok azab görecek olanı Allah'ın yarattıklarını taklid edenlerdir.” Hz. 
Aişe rivayetine devamla dedi ki: “Biz o bezi kestik bir veya iki minder yaptık.” 
Buhari, Libas 91, 95; Müslim, Libas 87, (2105); Muvatta, İsti'zan 8, (2, 966, 967); 
Nesai, Zinet 112,113, (8, 213); İbnu Mace, Libas 45, (3653) 


Muhammed'in Ölüm Korkusu ve Hiç 
Bahsedilmeyen Cenazesi 


Muhammed'e karşı İslam tarihinde anlatılan ve Muhammed'in kurtulduğu suikast 
olayları vardır. Ama bu konuda anlatmak istediğim Kur'an'da Tevbe Suresi 74. 
Ayette anlatılan suikast girişimidir. Bu konuya geçmeden önce Muhammed'in 
kurtulduğu diğer suikast girişimlerinden birkaçını görelim. 


Cabir b. Abdullah'ın Anlattığı Suikast Olayı 


“Bir yere baskın düzenlemiştik; bir ara istirahat için gölgeye çekildik. O arada 
Hz.Muhammed kılıcını bir ağaca asıp o ağacın altında uzanırken adamın biri gelip 
onun asılı kılıcını alır ve kendisine, “Ey Muhammed; bugün kim seni elimden 
kurtaracak, seni öldüreceğim.” der. Hz. Muhammed de, “Allah beni kurtarır.” 
yanıtını verir. Bu soru, o adam tarafından üç sefer tekrarlanır ve 
Hz.Muhammed'den aldığı yanıt da hep aynı. Sonuçta Allah tarafından adam 
etkisiz hale gelir, vücudu sanki donmuş, felç olmuş gibi olur ve kılıç kullanamaz 
hale gelir.” (Buhari, Megazi, Zat'ü Rika kısmında, Müslim, hem Fedail/Hz. 
Muhammed'in tevekkülü kısmında, hem korku namazı kısmında.) 


Hayber'de Meydana Gelen Zehirli Et Olayı 


Hayber Muharebesi sonunda Zeynep bint el-Hâris adında bir kadın, Muhammed'e 
zehirli bir koyun ikram etti. Muhammed ondan bir parça aldı, ancak tamamını 
yutmadan koyunun zehirli olduğunu bildirdi. Kadın çağırıldı, suçunu itiraf etti ve 
bunu neden yaptığı sorulunca şöyle dedi: “Gerçekten Peygamber isen, sana 
bundan haber verilir, eğer hükümdar isen senden kurtulmuş oluruz.” Ancak Bişr 
b. Berâ bundan aldığı lokma ile zehirlenerek öldü. Bunun üzerine kadın Bişr'e 
kısas olarak öldürüldü. Rasulullah son hastalığında dahi Hayber'de aldığı bu 
lokmanın tesirini hissettiğini beyan buyurmuştur.” (İbnü”-Esir, el-Kâmil, II, 222) 


Şimdi gelelim asıl konumuza Tevbe Suresi 74. Ayet ve bu ayetin yazılış nedeni 
olan suikast olayına. Anlatacağım bu olay ve ayet, Kur'an'ın nasıl oluştuğuna, 
ayetlerin gerektiğinde anında iniverdiğine, günün ihtiyaçlarına göre 
uydurulduğuna güzel bir örnek ve kanıttır. Ayrıca bu ayet ve devamında yazılan 
birkaç ayet daha Muhammed'in askeri liderliğine ve yöneticiliğine karşı o günün 
şartlarında oluşan tepkileri, çıkar çatışmalarını, peygamberliğinden o günlerde de 
kuşku duyduklarını aslında imanlarının kaynağının saygı ve sevgiden değil 


172 


korkudan kaynaklandığını, pek çoğunun inanmış göründüğünü göstermesi 
yönünden önemlidir. 


Şimdi Tebuk seferinde Muhammed'e düzenlenen suikast girişimine gelelim. 


Hicri 9. yılında Muhammed Suriye tarafında Bizanslılara karşı “Tebük” (bir 
bölgenin adıdır) seferini düzenler. Muhammed Tebük seferinden dönüp Medine 
yolunu tutunca, sayıları 12-15 kişilik bir grup gece karanlığından yararlanarak 
Muhammed'i vurmak isterler. Ancak Muhammed bu planın duyumlarını alınca 
yol güzergâhını değiştirir. Yolda Ammar bin Yaser onun devesini önden 
çekmekte, Hüzeyfe bin Yeman da arkadan sürmektedir. Muhammed'i öldürmeye 
karar veren grup, onun bu yol değişikliğini öğrenir ve aynı istikamette onları 
takibe alır. Bunlar yaklaşıp artık baskın yapma aşamasındayken, Muhammed'in 
arkadaşları tarafından fark edilirler. Bu arada Muhammed, arkadaşlarına, “Çabuk 
sürün, hızlı olun.” diye emir verir. Arkadaşları bağırıp çağırır ve “Haberiniz olsun 
sizi gördük.” deyince, baskını düzenlemek isteyen müslüman grup korkar, 
kaçmak zorunda kalır ve İslam ordusu arasına dağılıp kaybolur. 


Muhammed arkadaşlarına, “Siz bunları tanıdınız mı?” diye sorar. “Yüzleri 
maskeliydi, göremedik; ancak atlarını ve bindikleri hayvanları tanıdık” derler. 
Muhammed kendisine suikast yapıldığını anlar ve onların kim olduğunu bildiğini 
söyler. Ünlü İslam düşünürlerinden İbni Hazm, Suikastı gerçekleştirmek 
isteyenleri şöyle sıralar: “Ebubekir, Ömer, Osman, Talha bin Ubeydullah, Sad bin 
Ebi Vakkas, Ebu Musa el-Eş'ari ve birkaç sahabe daha.” (İbni Hazm, Muhalla, 
11/224. Necah, Nezeriyat'ul Halifeteyn, 2/266. İbni Ebil Hadid, Şerh'u Nehci'l 
Belağa, 2/390 Darül kütüb'il İlmiyye, Mısır.) 


Muhammed, Huzeyfe ve Ammar bin Yaser'in onları Medine'ye gittiğimizde 
öldürelim demesi üzerine, bu olayı gizli tutmalarını ister. Nedeni “Muhammed en 
yakın arkadaşlarını öldürdü” derler ve İslam'a karşı olumsuz etki doğabilirdi. 


Bu olay üzerine dikte edilen ayet: Tevbe-74 “Onlar, kötü bir şey söylemedik, 
diyerek Allah'a yemin ederler. Onlar o küfür kelimesini kesinlikle söylediler. 
İslâm'a girdikten sonra yine kâfirlik ettiler. Ve o başaramadıkları cinayeti 
tasarladılar. Halbuki intikam almaları için Allah'ın, Resulü ile onları lütfundan 
zenginleştirmiş olmasından başka bir sebep yoktu. Eğer tevbe ederlerse 
haklarında hayırlı olur. Yok yanaşmazlarsa Allah onları dünyada da, ahirette de 
acıklı bir azaba uğratır. Yeryüzünde onları koruyacak veya onlara yardım edecek 
bir kimse de bulunmaz.” 


173 


Sanki Muhammed bu suikastçılar hakkında hiçbir şey duymamış da; Allah'ından 
gelen bilgiyle ilk kez haberdar oluyormuş gibi yapıyor, tabii ki bir taşla iki kuş 
misali, bu ayetle birkaç yere mesaj gönderiyor. Çünkü Tebük'te bir ara onun 
devesi kaybolunca, Müslümanlardan biri, “Hani dünyada olup biten her şeyi, 
geçmişi, geleceği biliyorum diyen bir Muhammed, nasıl olur da yanı başında 
devesi kaybolmuş da nerde olduğunu bilemiyor, bu nasıl peygamber” şeklinde 
alay ediyor. 


Cülas bin Süveyd, “Eğer Muhammed'in anlattıkları doğruysa, eğer peygamberse 
ben eşek olayım” diyerek onunla alay ederken, Muhammed bunlardan haberdar 
oluyor. İşte Tebük'te hemkendine karşı komplo kuranlar, onu vurmak isteyenler, 
hem de onunla alay edenler için, mucize niyetiyle yukarıdaki ayeti oluşturuyor. 
(Kadi Beydavi, Tevbe suresi 74. ayet açıklamasında.) 


Ayette her şey açık ve nettir: Onlar yemin ediyorlar ki, biz söylemedik. Peki, 
neymiş söylemedikleri şey? İşte az önce özetlediğim gibi, “Muhammed'de tanrısal 
boyut varsa eşek olayım” diyen kişi. Güya ona baskı yapılınca ben bunu demedim 
demiş ve Tanrı için de onun sözü o kadar önemli olmalı ki bu ayeti onun yalanı 
için göndermiş. Bir de yanı başında devesini bulamayan Muhammed, nasıl oluyor 
da “geçmiş ve gelecek her şeyi bilirim” diyen kişinin bu cümlesi tanrının hoşuna 
gitmemiş olmalı ki, gerek görüp az önceki ayeti yanıt olarak göndermiş, tabii ki 
Muhammed'in bunların söyledikleri hakkında istihbaratı vardı. O yüzden hepsine 
topluca yanıt olabilecek böyle ayetler oluşturup anlatıyordu. Ayetin bir yerinde şu 
cümlecik de var: 


“Allah ve Resulü kendi lütfu ile onları (Müslümanları) zengin kıldığı için, 
inkârcılar intikam almaya kalktılar” diyor. Peki, bu parçanın olayla ne alâkası var? 
Muhammed Medine'ye gelip savaşlarda elde ettiği ganimetleri yandaşlarına 
dağıtınca bunlar zengin olur. Bu arada başta Abdullah bin Selul olmak üzere 
muhalefettekiler onların bu durumunu kıskanırlar. İşte ayette sözü edilen 
zenginliğin kaynağı budur. Yani Allah'ın minnet ettiği zenginlik kaynağı, 
ganimetler, talan ve çapulculuk. Demek ki arda çıkar çatışması yaşanmış ki iş 
Muhammed'i öldürme girişimine kadar varmış. Anlaşılan Muhammed'in etrafına 
toplanan belli başlı kimseler dine inanmaktan çok çıkar için etrafında 
toplanmışlar. 


Şimdi birazda Muhammed'in ölüm korkusundan bahsedelim. 


Buhari'nin anlatımlarının birkaç yerinde, Müslim'de ve başka da birçok İslami 
eserde ortak olarak işlenen şöyle bir olay var: Muhammed son hastalığında ölüm 


174 


döşeğindeyken bir ara ayılınca bakıyor ki ona ağız yoluyla ilaç içiriyorlar. Bunu 
görünce çok kızıyor ve “Sizi, sakın ola bana bir şey içirmeyin diye uyarmadım mı? 
Neden bana ilaç içirdiniz? Hepiniz bu ilaçtan içeceksiniz, ben de bakacağım; ancak 
amcam Abbas hariç. Çünkü o sizinle beraber değil, planın içinde o yoktur.” diyor. 


Muhammed İslami kaynaklara göre ölümü öncesinde veda hutbesini yapmış yani 
ölüme ve allahına kavuşmaya hazırlanan bir peygamber olarak anlatılır ve 
gösterilir ki bu anlatılanlar büyük bir yalan zincirinin bir halkasından ibarettir. 


Yukarıdaki anlatımlarda net şekilde görülmektedir ki Muhammed ölüm 
döşeğindeyken öyle allahına kavuşmaya hazırlanan bir peygamber gibi değil 
aksine son derece ölüm korkusu çeken, paranoyak olmuş ve çevresindeki 
insanlara güveni olmayan, hatta hayata tutunmaya çalışan bir insan gibi 
davranmaktadır. 


İslami kaynakrada olayı yumuşatmaya çalışsalarda ortada zorlama ve 
Muhammed'in tedirgin olduğunu gösteren net ifadeler vardır. Şimdi olayı başka 
bir kaynaktan inceleyelim; Buhâri ve Müslim başta olmak üzere birçok muteber 
Sünni kaynakta “Ledüd Hadisi” diye meşhur olan bir rivayet nakledilmektedir ki 
rivayetin değişik nakillerini dikkate alarak, olayı şöyle özetleyebiliriz. Hemen 
konuyu dağıtmadan hadislere bakalım: 


“Resulullah'ın hayatının son günlerinde, hastalığı iyice ağırlaştığı bir sırada, 
Resulullah'ın hanımları veya ashabından bazısının tavsiyesiyle, sancılanan 
kimselere verilen acı bir ilacı, Allah Resulü'nün ağzına döküyorlar. Resulullah 
uyandığında ağzının acılığını hissedince, yemin ederek orada bulunan herkesin 
ağzına aynı ilaçtan dökülmesini emrediyor; amcası Abbas hariç (çünkü o bu işe 
müdahale etmemişti). Meclistekiler bu işte bir art niyetlerinin olmadığını beyan 
ediyorlarsa da nafile; bir kere Resulullah bu işin yapılması gerektiğine dair and 
içmiştir. Böylece oradakilerin hepsinin ağzına birer birer ilaçtan dökülüyor! Hatta 
Resulullah'ın hanımlarından birisi (Meymüne), ısrarla oruç olduğunu söylüyor; 
fakat Resulullah and içmiştir diye onun da sözünü dinlemeyerek ağzına ilaç 
dökülüyor..!” (Sahih-i Buhâri, Tıp Kitabı, Ledüd Bâbı, Sahih-i Müslim, Selam 
Kitabı, Ledüd ile Tedavinin Mekruhluğu Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c.6, 
5.118, Sünen-i Tirmizi, c. 3, s. 265) 


Düşünün, İslami kaynaklara göre Muhammed'in etrafında ona en yakın isimler 
var, bunlar “ailem” dediği insanlar. 


Bu insanlar neden art niyetleri olmadıklarını beyan etme ihtiyacı duyarlar ki? 


175 


Madem Muhammed'e iman etmişler, kaynaklara göre ölesiye ona bağlılar, neden 
aralarında böyle bir güvensizlik var? 


Muhammed'in bir hanımı “oruçluyum” dediği halde bile zorla ilacı içirmeye kadar 
iş varmış, yetmedi, odadaki herkes (amcası hariç) bu ilaçtan içmek zorunda 
kalmış. İlk bakışta akla gelen bu sorulara verilebilecek cevap nedir? 


Ancak zehirlenme korkusu yaşayan ve çevresindeki insanlara da güveni olmayan 
biri bu tip davranış sergileyip istekte bulunabilir. Bu tepkiler açıkca öldürülme 
korkusu yaşadığının da kanıtıdır. 


Ölümden korkan bir peygamber size mantıklı geliyor mu? 


Hani bir söz vardır “Korkunun ecele vaydası yoktur” derler hep. Muhammed 
ölmemek için ve de öldürülmemek için çabalasa da sonunda oda her insan gibi 
ölümden kurtulamamıştır. Günümüzde İslami kesimde tanınmış ve lider 
konumda olan Cemaat liderlerinin, Tarikat şeyhlerinin şaşaalı cenaze namazları 
hepimizin dikkatini çekmiştir. Ülkemizde İslamcıların lideri Erbakan'ın cenaze 
törenindeki kalabalığı hatırlıyorsunuzdur, ülkemizdeki tarikat şeyhlerinin ve 
cemaat liderlerinin törenleri de aynı şekilde görkemli olmaktadır. 


Müslümanlar veda hutbesini ballandıra ballandıra anlatırlar o günlerin 
Arabistan'ında yaşadığı tahmin edilen nüfusun en az yarısının yani 124 bin 
insanın veda hutbesini dinlediği anlatılır. Doğal olarak Muhammed'in de 
cenazesinin de görkemli olması beklenir. Peki ya siz hiç müslümanların gözünde 
kâinatın efendisi olduğu iddia edilen Muhammed'in cenazesinden bahsedildiğini 
duydunuz mu? 


Elbetteki hayır, TWlerde gözyaşlarıyla menkıbeler anlatan, naatlar düzenler fakat 
Muhammed'in cenazesinden hiç söz etmezler. Neden acaba? 


Yoksa o cenazeyi “kâinatın efendisi”ne yakıştırmıyorlar mı? 


O döneme göre milyonlar diyemesek de yüz binlerin katıldığı bir tören olmalıydı 
değil mi? 


Doğumuna mucizeler üretilen Muhammed'in ölümü ve cenazesi neden hiç 
konuşulmaz ballandıra ballandıra mahşeri kalabalık hikâyeleri anlatılmaz hiç 
düşündünüz mü? 


İslam tarihinde Muhammed'in hicretin 11. yılında Rebiülevvel'in 12'sinde 
pazartesi günü, miladi takvime göre 8 Haziran 632 tarihinde akşamüzeri öldüğü 


176 


rivayet edilir. Günlerce süren hastalığının ne olduğu kesin olarak bilinmez. 
Kimilerine göre hummadır, kimilerine göre bir önceki “Muhammed'in Hastalığı” 
başlıklı bölümde bahsettiğim sırtındaki urdur, kimilerine göre yüksek 
tansiyondur, kimileri ise yıllar öncesi ağzına atıp çıkardığı kuvvetli bir zehre sahip 
koyun etinin etkisidir. 


En çok humma üzerinde durulur. Uzun süredir hasta olmasına rağmen bu 
beklenen bir ölüm değildir Müslümanlar arasında. Nitekim ölüm haberini duyan 
Ömer'in buna inanmayıp kılıcını çekerek “Kim Muhammed öldü derse başını 
vururum?” diye haykırdığı söylenir. Ama haberin doğruluğu ortaya çıkınca sinirler 
gevşer, sakinleşilir. Bu sakinleşmede Ebubekir'in “Her kim Muhammed'e 
tapıyorsa, bilsin ki Muhammed ölmüştür. Her kim Allah'a tapınıyorsa bilsin ki 
Allah ölümsüzdür ve ebedidir. Her nefis ölümün tadını tadacaktır. Muhammed de 
bir insan olarak ölmüştür. Bunu kabul edelim ve sakin olalım” anlamında yaptığı 
konuşmanın etkili olduğu rivayet edilir. 


Muhammed, Aişe'nin odasında ölmüştür ve defin hazırlıkları da orada yapılmaya 
başlar. Üstelik defin hazırlıkları yapılırken Muhammed'in 23 yılda dikte ettiği 
Kur'an'ın bazı sayfaları keçiye bile kaptırılır. Muhammed'in cenazesinin kaç gün 
yerde kaldığı konusunda değişik rivayetler var. Ancak genel kanı, üç gün yerde 
kaldığı yönündedir. (İbni Kesir, Büdaye-Nihaye, Hz. Muhammed'in gömüldüğü 
yer kısmında. 5/292. Burada İmam Ahmet'ten alıntı yapıyor, İmam Malik Muvata, 
no: 545 Cenâiz kısmı, Taberi Tarih, 11. yılı olayları, 3/216 ve sonrası) 


Muhammed onun odasında öldüğü halde Ayşe'nin şu sözü söylemesi çok ilginç: 
“Biz cenazenin defnini, çarşamba sabahı yapılan duyurudan öğrendik: 
Muhammed'in cenazesi bugün gömüldü şeklinde duyuru yapıldı.” diyor. (Ahmet 
b. Hanbel 6/62. Ayşe hadisleri, İbni Abdi'l Ber, Temhidö Muvatta şerhi, 24/396, 
İbni Sad, Tabakat: 2/401.) 


Peki, burada, “Acaba cenaze gömülürken Ayşe neredeydi” diye sorulmaz mı? 


Kendisi bizzat, “Muhammed en çok beni seviyordu, benim odamda vefat etti.” 
demesine rağmen, nasıl oluyor da, eşinin cenazesi 60*C'yi bulan o bunaltıcı 
arabistan sıcağında üç gün yerde kalıyor, daha sonra gömülüyor ve Aişe bunun 
haberini başkalarının duyurusundan öğreniyor? 


Ölen kişi hem eşi hem de peygamberi değil mi? 


177 


Bu durumu İslamcıların ağlaya ağlaya menkıbeler anlattıkları, her seferinde 
validemiz diye andıkları, örnek Müslüman ve Muhammed'e gönülden bağlı örnek 
eş gösterilen birine uyan bir davranış mı? 


Ünlü İslam tarihçisi Taberi olayı; “İslamiyetle daha çok bütünleşmiş olanlardan 
bir bölümü (daha saf görünenler, Ali, Abbas, Evs, Usame gibileri) Peygamber'in 
cenazesi ile meşgulken diğer bir bölümü (Ebu Bekir, Ömer, Sad bin Ubade, Ebu 
Ubeyde, Abdurrahman bin Avf, ibni Hişam gibileri) ise cesedi bırakıp Saide 
oğullarının çardağında (Sakiyfe) yeni halifenin kim olacağına ilişkin tartışma ve 
pazarlık içindeydiler” şeklinde aktarıyor. 


Evde cenaze hazırlıkları yapılırken, dışarıda bekleşen müslümanlara bir haber 
gelir. Ensar'ın ileri gelenleri Beni Saide gölgeliği denilen çardakta toplanmışlardır 
ve diğer müslümanları da oraya çağırmaktadır. Başta Ebubekir, Ömer ve Osman 
olmak üzere herkes toplantıya koşar. Sadece Ali, Abbas, evs ve Usame cenazeyi 
terk etmez. Toplantının konusu, Muhammed öldüğüne göre yerine kimin 
geçeceğidir. Üstüne toz kondurulmayan, övgülerle göklere çıkarılan Ömer ve 
Ebubekir'in cenaze töreninin bitmesine dahi sabredemeden taht hesabına 
girmeleri ne kadar düşündürücü değil mi? 


Bunların yaptığı şimdi dünya hesabı mı yoksa ahiret hesabı mı? 
Muhammed'in ölümü ve cenazesi mi önemli halife olmak mı? 
Hani nerede yas tutmak, mahşeri kalabalık? 

Bundan daha büyük bir vefasızlık olur mu? 

Muhammed'in Toprağa Verilişi ve Cenaze Törenine Katılanlar 


“Resulullah'ın (s.a.a) tertemiz ve mukaddes cenazesini yıkayan Abbas, Ali bin Ebu 
Talib, Fazl bin Abbas ve Resulullah'ın (s.a.a) azad ettiği kölesi Salih, Hz. 
Peygamber'i toprağa verdiler. Sahabiler, Resulullah'ın (s.a.a) cenazesini ailesiyle 
baş başa bıraktılar. Hz. Peygamber'in gusül, kefen ve defin işiyle bu birkaç kişi 
uğraştı.” (Tabakat, İbn Sa'd, c.2, k. 2, s.70 ve buna yakın bir ifadeyle el-Bed'u ve't- 
Tarih kitabında geçer; Kenzü'l-Ummal, c.4, s.54 ve 60.) 


“Resulullah (s.a.s) toprağa verilirken yanında yakınlarından başka hiç kimse 
yoktu. Ganem Oğulları, evlerinde dinlenirken kürek seslerini duydular.” (Tabakat, 
İbn Sa'd, c.2, k. 2, 5.78.) 


178 


“Başka bir rivayete göre, Ali, Abbas Oğulları'ndan Fazl ve Kasım ile Resulullah'ın 
(s.a.a) Şekra adında azad ettiği kölesi ve bir rivayete göre de Usame bin Zeyd'le 
birlikte cenaze işiyle uğraştı.” (Ikdu'l-Ferid, c.3, s.61; Zehebi'nin Tarihinde c.1, 
5.321, 324 ve 326'da) “Usame'ninde bulunduğu rivayet edilmiştir. 


Ebu Bekir bin Ebu Kuhafe ve Ömer ibni Hattab Peygamber efendimizin defninde 
bulunmamışlardı.” (Kenzul Ummal c3 s140) 


Aişe der ki: “Biz Hz Resulullah'ın defninden Çarşamba gecesi, kürek seslerini 
duyarak haberdar olduk.” (İbni Hişam c4 5342, Tabari c2 5452,485, ibni Kesir c5 
s270) 


Aişe'den gelen diğer bir rivayette “Biz Resulullah'ın nereye defnedildiğinden 
haberdar değildik. Ancak kürek seslerini duyunca defnedilmekte olduğunu 
anladık” demektedir. (Ahmed b.Hanbel Müsned'de c6 s242 ve 274) 


İslamcıların masal kahramanı gibi anlattıkları ve yere göğe sığdıramadıkları 
Muhammed'in cenazesi yukarıda anlatıldığı gibi sönük sadece yakın akrabalarının 
katıldığı ve iktidar mücadeleleri içinde geçmiş, hatta cesedi ancak üçüncü gün 
kokmaya yüz tutarken gömülebilmiştir. 


Bu mudur âlemlerin efendisi olduğu iddia edilen kişiye hürmet ve bağlılık? 


İslam tarihinin tanıklığı göstermektedir ki Muhammed yaşadığı dönemde öyle 
hayranlık ve gönülden bağlılık duyulan biri değilmiş, çevresinin ancak korku ve 
çıkar uğruna inanmış görünen kişilerle dolu olduğunu cenazesinden rahatlıkla 
anlayabiliriz. Bunlar yetmezmiş gibi birde Ebubekir halife seçildikten sonra biat 
ve miras çekişmelerinin başladığı İslam tarihinde açık açık anlatılmaktadır! 


Çok büyük geliri olan Fedek hurmalığı arazisinden pay isteyen Fatma'nın talebi 
reddedilir. Daha sonra biat vermemiş olan Ali üzerinde baskı kurulur. Ebu Bekir 
halktan biat aldıktan sonra Ali ibni Ebu Talib ve yandaşlarındandan biat almak 
istemiş fakat Ali ibni Ebu Talib biat etmemiştir. Bu yüzdende Ebu Bekir Ömer'le 
birlikte bir gurup sahabeyi Ali ibni Ebu Talib'den biat almaları için evine 
göndermiştir. Bu grubun içinde Ömer, Kunfuz, Halid bin Velid, Ebu Ubeyde bin 
Cerrah vardır. Oraya vardıklarında Ömer şöyle seslendi: “Dışarı çıkın! 
Çıkmadığınız takdirde evinizi yakacağım.” Sonra da Fatıma-tüz Zehra'nın evinin 
kapısının önüne odun yığmaya başlamıştır. (Evi ateşe vermeden önce) Fatıma-tüz 
Zehra Ömer'i ve yanındakileri evden uzaklaştırmak için kapının arkasına 
geldiğinde, Ömer bir omuz darbesiyle kapıyı açmış ve Fatıma-tüz Zehra'yı kapıyla 
duvar arasına sıkıştırmış, tam bu esnada 6 aylık yavrusu ve Peygamber'imizin 


179 


ismini koyduğu Muhsin adlı bebeğini düşürmüş ve kapının arkasındaki çivi 
gövdesine saplanmıştır. Fatıma-tüz Zehra ise acı dolu bir sesle haykırmış: 


”Ey Allah'ın Peygamber'i! Ey babam! Gör ki senden sonra ibni Hattap ile ibni 
Kuhafe başımıza neler getirdiler” demiştir. Bu olayı birçok Ehl-i Sünnet âlimi 
uzun kısa farklılıklarla anlatmışlardır. (Şerh-i Nehcül Belağa İbni Ebil Hadid c2, 
Tarihi Yakubi c2 cı el ikd'ul Ferid c2 Tarihi Taberi c3, Tarihi Ebu'l Fida cı, 
Elem'un Nisa c3, Kenzul Ummal c3 s129, Tarih-i ibni Esir c23 s124.) 


Bu olayların Alevi ve Sünni bölünmesinin başlangıcı olduğu söylenebilir! 


Özetle İslam'da bölünmeler, iç çekişmeler, suikastlar daha İslam'ın ilk çıktığı 
anlarda başlamış; Muhammed sağken kendisi iktidarı ele geçirmek ve elde 
tutabilmek için suikastlar, katliamlar, baskınlar vede yağmalar yapmış, 
ölümünden sonrada ardılları aynı yollarla gerçekte çıkar için görünüşte ise din 
uğruna aynı uygulamalara devam etmişlerdir. 


Başta Muhammed olmak üzere tüm halifeler eceliyle ölemediler, ya zehirlendiler, 
ya da suikaste kurban gittiler. Buna ancak çıkar çatışması denebilir. 


Bu arada unutmadan belirtelim. Ebubekir ve Ömer hazretleri Muhammed'in 
cenazesine katılmamıştır fakat Muhammed ile aynı mezarı paylaştıkları, yani aynı 
yerde yattıkları ileri sürülür. 


180 


Son Söz 


İhtiraslarla dolu, sahtekâr ama çok zeki bir kült lideri olan Muhammed'in hayatı, 
bu eserde, tamamıyla İslam kaynaklarına yer verilerek okuyucuya takdim edildi. 
Muhammed'in muadili olan bir diğer kült lideri Jim Jones'a da yer verilerek 
Muhammed'e paralellikleri üzerinde duruldu, Muhammed'in tek vaka olmadığı 
vurgulandı. 


Bilinmelidir ki, bu eserde anlatılanlar azdır. Başka konulardan bahsedilmek 
istense ve felsefeye girilse, bu eser epey uzardı. 


Peki, niçin piyasada bulunamayacak ve sadece İnternet üzerinden ücretsiz 
erişilebilecek bu eseri hazırlamaya gayret edildi? Hiçbir maddi çıkar gözetmeyen 
bu emeğin amacı nedir? Amacımız, yalnızca ve yalnızca ülkemiz insanının 
aydınlanması ve mide bulandırıcı bağnazlıklardan kurtarılmak istenmesidir. 
İslam'ın eleştirilmesinin sebebi, bu toplumun kâhir ekseriyetinin ona mensup 
olması ve tutuculuklarının kökünün o kültün (“dinin”) temelinde yatıyor 
olmasıdır. İslamcıların “Diğer dinleri niye eleştirmiyorsunuz?” sorusunun cevabı 
budur. Bu eseri hazırlayan kişi, şayet 18. yüzyıl Fransasında yaşasaydı, 
Hristiyanlığı eleştirecek ve neticede buna benzer bir eser ortaya çıkaracak idi. 


Muhammed adlı çılgın ve açıkgözlü adamın 7. yüzyılda kurduğu ideoloji, Fas'tan 
Endonezya'ya kadar baskın olduğu coğrafyaları egemenliği altına almış, 
tahakkümündeki toplumları rasyonalite ve insaniyetten, evrensel perspektiften 
dünyaya bakabilme melekelerinden koparmış, onların zihinlerini ifsâd etmiştir. 
Arzumuz; önce kendi ulusumuzun, sonra da bu hastalığa yakalanmış diğer safdil 
veya beyninin yalanlarla yıkanması sonucu tutuculuğun sancaktarlığını yapmayı 
görev bilmiş tüm dünya Müslümanlarının iyileşmesidir. Soru sormak, 
sorgulamak, düşünmek insanı insan yapabilecek en önemli düsturlardır. 


Bu eseri hazırlayan kişi, GİG TV ailesine selam eder. 


181 


2. Baskıya Ek: 


10 Satırla İslam'ı Terk 


İslam'ı anlamak ve terk etmek bilinçaltı mantığını açarak mümkündür. Dini 
kaynaklarıyla anlatmak, terk etmek uzun ve zordur. Nedeni kutsal kılıfla üzeri 
örtülen ideolojiyi görmemek, dinde olması gereken süsler, kendi vicdanını din 
sanmak ve dini inancın empatiyi bastırmasıdır. 


1. İYİLİK ZORLA, SAVAŞLA OLUR MU? 


Araplar “bu milletleri cennet ehli edelim, gideceğimiz cenneti herkesle 
paylaşalım” derdiyle mi ordularla savaş açıp kan döktüler? Maksat kutsal kılıflı 
cihadın bu kazançlı getirileri: ganimet (ülkeyi, devlet malını yağmalamak); köleler 
(işçi kullar toplamak); cariyeler (cinsel kölelik ve kölelik için kadınlar); cizye 
(İslam'ı kabul etmeyenleri haraca bağlamak). İspanya'dan Hindistan'a kadar olan 
topraklardan ganimetler, köleler, cariyeler, haraçlar toplayarak gerçek emeğe 
gerek olmadan yaşadılar. Bize kanla, korkuyla kabul ettirdikleri cenneti kendileri 
aşağı indirdiler. Cennet vaadi Araplar için soyguna teşvik, bizim için bu 
cinayetlere beraat idi. Tüm bu cinayetleri (soykırımlar, köleleştirme, kadınları 
cariye yapma) haklı kılan kılıf dini yaymaktı. İslam'a göre cehennemlik olan Japon 
halkı Araplar tarafından işgal edilip kadınları cariye, çocukları köle yapılmadığı 
için şanssızlar. İnsan içgüdüsü olan hayatta kalmak, zenginlik, hükmranlık, 
cinsellik gibi insani arzulara dayanan “gerçek hayata organize” için dinle şerrini 
örtüp cinayeti seçmiş çetelerin yaşam mücadelesidir İslam. 


2. CENNET İYİLER, CEHENNEM KÖTÜLER İÇİN DEĞİL 


İslam'da cennet yalnız Müslümanlar için, cehennemse bu dine inanmayanlar için. 
İnsanı dinine göre imtihana tabi tutmanın mantığı olmaz. İnsana iyi veya kötü 
demeden sadece bir dine inanmadı diye işkence eden bir tanrı olamaz. Mesele bu 
ki cennet her iyiye olsa ne gereği ve getirisi olurdu İslam'ın, cihadın? Her şeyi 
önceden bilen İslam tanrısı insana şeytanı musallat ediyor, bir daha inanmamak 
için kalp mühürlüyor, göze kulağa perde çekiyor, kendi cehennemi doldurmak 
isteyerek (Secde 13) herkesin İslam'a inanmasına mani düzen kuruyor ve buna 
rağmen bütün insanlardan İslam'a inanmayı talep ediyor. Bu Allah varken 
şeytana ne gerek var? 


182 
3. İSLAM TEBLİĞLE Mİ YAYILDI? 


iddia edildiği gibi İslam tebliğle geçmişte kitlesel olarak yayılmış ise son yarım 
asırda, her türlü ulaşım aracının geliştiği bu dönemde, insanların çoğunun 
İslam'a girmesi gerekirdi. Tebliğ dininde cihat ne arar? Dinden dönene idam ne 
arar? Güya tebliğ dini gelişinden 14 asır geçse de dünyanın 9080'i İslam'a 
inanmıyor. Bu kadar insan şu dine inanmıyor diye ebedi işkence vadediliyor. 
İslam asırlar süren savaşlar, cizye ve haraç verme zorunluluğu, baskıyla yayılmış 
ve bugüne şeriatın idam cezası, toplum baskısı ve en başta taklitle gelmiştir. 


4. SÜSSÜZ DİN OLMAZ. AHLAK DİN İŞİ DEĞİL 


Diyorlar ki “İslamsız ahlakı temellendirin”. Peki, İslam ne kadar ahlaklı, nasıl 
biliriz? Demek akıl ve vicdan seçicidir. Ahlakı ayırt edebilene ahlaklı olmak için 
İslam ne gerek? Cehennem için ahlaksız, cennet için ahlaklı olmak şartı yok. 
İslam'da söylenen iyi şeyler olması gereken sahte süslerdir: İslam zina etme diyor 
ama cinsel kölelik cariyelik var (Nisa 24, 25 / Nur 33), misyar ve muta nikâhı var. 
İnsan hakkı diyor kölelik var (Nahl 75-76). Hırsızlık yapma diyor ama ganimet 
denen talan var (Enfal 1, 41, 69 / Feth 19, 20, 21). Zulmetme diyor ama cihat, 
zorla dayatma, cizye ve haraç var (Tevbe 5, 29 / Nisa 89 / Maide 33 / Enfal 12- 
13). Kadına değerden bahsettiği iddia ediliyor ama Kur'an kadın dövmeyi 
onaylıyor (Nisa 34), yarım akıllı sayarak 2 kadının şahitliğini 1 erkeğinkine eş 
tutuyor (Bakara 282), mirasta yarım pay veriyor (Nisa 11), erkeğin yaptığı 3 talak 
için kadını ahlaksız sürgüne gönderiyor (Bakara 230). Muhammed 9 yaşındaki 
Aişe ve 13 yaşındaki Berre'yle evlenmiş, gelini Zeyneb'i almış (Ahzap 37), torunu 
yaşında kızlarla evlenmiş (Hafsa 18, Safiye 17, Mariya 20, Reyhane 19), kızı 
Rukiyye'yi 9 yaşında amcaoğluna, sonra 11 yaşında 38 yaşındaki Osman'a 
vermiştir. Ömer 57 yaşındayken Ali'nin 10 yaşındaki kızı Gülsüm'le evlendi. Ömer 
Muhammed'in hem kayınpederi hem torununun kocasıdır. Gelini (Ahzab 37), 
üvey kızı (Nisa 23), çocuk kızla (Talak 4) evlenmeyi onaylayan, 2 kulleteyn kirli 
suyu temiz sayan dinin dünyaya ahlak ve temizlik iddiasında olması şer 
zihniyetidir. 


5. İSLAM İFFETİ NASIL KORUR? 


İslam'da zina ve tecavüz edene ceza için 4 şahit talep ediliyor (Nur 4, Nisa 14). 
Şahitli zina grup ilişkide olur. Tecavüzüyse kim 4 şahit yanında yapar? Tecavüze 
uğramış kadın şahidi olmadan şeriat mahkemesine giderse iftira suçundan sopa 
cezası alır. 4 şahit gibi mantık dışı talebin maksadı, kadını sosyal alandan 
çıkarmak için güvenliğini kaldırmaktır. 


183 
6. DİN VE BİLİMİN NE İLİŞKİSİ VAR? 


Bilim adamına diniyle yani Müslüman âlim, Hristiyan âlim diye seslenilmez. 
İslam coğrafyasında bilim adamları İslam'la değil bilimle İslam'a rağmen var 
olmuştur. İslam'la bilim olsa Mekke, Medine bilim şehri olurdu. İslam uleması 
düşünce ilmi felsefeye karşıdır. Sıradan dindar Müslümanlar da felsefeden 
çekinir, yakınlarının felsefeyle alakadar olmasını istemezler çünkü bilirler ki 
düşünen kafada iman kalmaz. Gayrimüslimler ne bulsa ayetlere takla attırıp “bu 
Kur'an'da vardı” diyenler onlardan önce Kur'an'dan bir şey bulmamışlar. 


7. İSLAM'IN PRATİĞİ 


1000, 1400 yıl Müslüman olmanın manevi sonucu nedir? Başta İslam'ın beşiği ve 
yaşandığı Arabistan olmak üzere diğer şeriat diyarları; Yemen, Moritanya, 
Afganistan, İran, dindar bir köy bile insanda ne imrenme uyandırıyor? 
Müslümanlar nerede şeriatı uygulasa “gerçek şeriat yok” deyip suçu dışa atmak 
boş iş. Dış güçler ne şeriatı yazdı ne toplum zihnine girdi. Laik ülkede kendi 
vicdanını din sanıp “gerçek şeriat yok” demek boş. Dinin teorisiyle pratiği 
ayrılmaz. İslam gelişmiş ülkelerle değil şeriat ülkeleriyle, ümmetiyle bağdaştılır. 
IŞİD, Taliban... 6 şeriat ülkesi gökten inmedi. İnanıp tatbik ettikleri din İslam'dır. 
Kur'an kurtarıcı kitap olsaydı dünya devletleri ayetleri taklit ederdi. “Dinimiz 
iyilik getirdi, şeriat gelişmedir” gibi sözler var olan gerçeği değiştirmez. Gerçek şu 
ki Müslümanlar insanlığı ve refahı ahlaksız, cehennem odunu saydığı adamların 
ülkelerinde arıyor. 


8. ÜMMET-İ MUHAMMED 


Bidat ehli için din büyüklerinin bölücü görüşleri ve hadisler var. Mezhep birliği 
çağrıları düzen için takiyyedir. Çünkü her fırkanın akidesi diğerine göre küfürdür. 
Tartışılan mevzular kaynaklara göre hem doğru hem yanlış açıklanabiliyor. 
Sebebi İslam'ın otorite yokluğu yüzünden tartışılan mevzulara açık kapı 
bırakmasıdır. Çünkü Orta Çağ'ın ihtiyacı olan dinle toplum ve hâkimiyet için yerli 
Arap kültürünü cihadla reform edip ganimet, köle, cariye, haraç için soyguna 
çıkmış bu güruh bölücü, çelişkili, uygarlık dine sahiptiler. Yoksa Allahı, dini bir 
olanların örnek toplum olmaması kendi hataları değil. İslam 7. asır Arap 
emperyalizmi olduğundan örnek teşkil edebilecek yahut selim akılla kabul 
edilebilecek bir din değil. 


184 
9. İSLAM'IN NEFRET, TERÖR ZİHNİYETİ 


İslam diğer dinler gibi hikâye ve inanç üzerine kurulu değil. İslam topluma 
manevi tesir yapan Muhammed şahsiyeti üzerine kuruludur. Bu şahsiyet tanrısını 
nefsinin tanrısı etmiş (Tahrim 1-5; Enfal 1, 41; Ahzap 37, 50, 51), güçsüzken 
barışçıl (Mekke dönemi), güçlüyken korku estiren (Medine dönemi), dinden 
çıkana ölüm hükmü veren, “güç üzerine” kurulu şahsiyettir. Onun 
gayrimüslimleri murdar sayarak Kâbe'ye onların girişini yasaklaması, insanı aile 
fertlerine düşman etmesi (Mücadile 22, Tevbe 23), onu sözle eleştirenlere 
suikastları (Nadir bin Haris, Ebu Afak, Esma bint Mervan, Kab ibn El Eşref, 
Ümmü Kirfe), Beni Kureyza Katliamı gibi katliamlar yapması (Ahzap 26), ganimet 
ve cariye kadın vaadiyle eşkıyalar çetesi kurması (Enfal 69, Tevbe 5, 29, Nisa 89) 
İslam'ın terör, nefret zihniyetinin köküne işarettir. Kuran da gayrimüslim 
okuyucuları aşağılayan kitaptır (Tevbe 28, 125. Kalem 13. Araf 176, 179. Furkan 
44. Müddesir 50, 51. Cuma 5). İşte böyle şiddet, nefret diniyle yoğrulup yaşamış 
Müslüman toplumlar da güce tapan, şiddete meyilli, hoşgörüsüz ve narsisttir. 


10. GERÇEKLİK 


Bizler laik ülkede hayata gözlerini açanlar olarak İslam hâkimiyetini görmedik. İyi 
niyetli Müslümanlar olarak kendi vicdanımızı, Kur'an'la tam zıt evrensel insan 
haklarını İslam sandık. Gerçekteyse hukukla, insani refahın bir unsuru olan 
laiklikle, kısacası modern dünyayla uzlaşmayan İslam'ın hâkim olduğu her yer 
karanlıktır. Çünkü İslam Arap olmayan medeniyetlere kâfirlik damgası vurup 
söndüren; ibadeti, cennet dili, kabir suali Arapça olan Arap emperyalist 
ideolojisidir. Müslümanlar düşünse ki “neden gayrimüslimler İslam'ı ve bizi 
sevmiyor?”, “neden İslam'ı terk eden kişi bu durumu her yerde özgürce itiraf 
edemez?” O zaman hakikete ilk adımı atarlar ya da eski müftü, İslam terörünün 
kurbanı Turan Dursun'un dediği gibi “bir şeyin insanlık dışı olması İslamcının 
umurunda değildir, elverir ki İslam dışı olmasın”. Müslüman Arap için 
Arabistan'ın İslam'ı terk etmesi nankörlüktür. İslam'la emperyalizm kurup 
çöldeki dandik çadırlardan şaşalı saraylara geçtiler. Cennet hurilerini milletlerin 
kadınlarını cariye yaparak gördüler. Kapitalizm devrindeyse Kâbe yoktan büyük 
gelirdir. Kısacası İslam çıkar için icat edilmiştir.